18 Mart 2014 Salı

Yine istismar ve suiistimal!... Misyon taciri bunlar...

Menderes, Özal, Erdoğan ve 17 Aralık
17 Mart 2014 20:16 – Alper TAN, iletisim@kanala.com.tr
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, 27 Nisan, Gezi derken Türkiye’nin darbeler geleneğine yeni bir girişim dahil oldu: 17 Aralık 2013. Yukarda saydığımız tarihler, darbelerle veya darbe teşebbüsleri ile kirletildiği gibi 17 Aralık tarihi de kirletildi.
17 Aralık tarihini milletimiz, “Şeb-i Arus” olarak tanırdı. Yani Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin rabbine kavuşma, “vefat” yıldönümü olarak bilirdi. Şeb-i Arus’un Türkçesi “Düğün Gecesi” anlamına geliyor. Yani Mevlana’nın ölümü, Rabbine kavuşacağından dolayı aslında onun “düğünü” gibi anılmaktadır. Yani 17 Aralık hem “ölümü” hem de “düğünü” anlatıyor.
Adnan Menderes milletin kalbinde nasıl bir yer tutuyor? İdamının üzerinden 64 yıl geçmiş olmasına rağmen Menderes sevgisi ilk günkü gibi milletin kalbindeki tazeliğini koruyor. Onun idamına o zaman çanak tutmuş olan CHP, bugün Menderes’ten özür dilercesine mahcup bir söylem içinde. Hatta Menderes’i şimdiki CHP’liler de savunuyorlar.
Menderes ne yapmıştı? İlk iş olarak ezanın aslına çevrilmesini sağlamış “Tanrı uludur” komedisine son vermişti. Ülkenin maddi-manevi kalkınmasını sağlamış, Türkiye tarım ülkesinden sanayi ülkesine dönüşmeye başlamış, tarımda ise hızlı bir makineleşme başlamıştı. Geniş yollar açılmaya başlamış, şehirleşme hızlanmıştı. Millet umuda refaha ve feraha kavuşmaya başlamıştı. Belki en nemlisi Menderes 1944’den itibaren ülkemizi kontrol altında tutan ABD vesayet düzenine isyan etmiş ve bu vesayet düzenine boyun eğmeyen bir siyaset takip etmeye başlamıştı.
Peki Menderes’e ne yaptılar? 6-7 Eylül 1955 olayları ile dönemin Derin Devleti, azınlıklara karşı sosyal kargaşa çıkarılmasını sağlamış, ülkeyi istikrarsızlaştırmak istemişti. 17 Şubat 1959 tarihinde “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni kuracak Londra Antlaşması için İngiltere'ye doğru giderken Menderes'i taşıyan uçak düşürüldü. Ama Menderes, düşen uçaktan mucizevi şekilde sağ çıkmıştı. Hesaplar tutmamıştı. Bu defa üniversiteler provoke edilmiş Menderes’in TSK’yı ve üniversiteleri yok etmeye çalıştığına dair envai çeşit şayialar çıkarılmıştı. Menderes ve bakanlarıyla alakalı rüşvet ve yolsuzluk dedikoduları çıkarılmış, milyonlarca liralık rüşvet iddiaları havalarda uçuşmuştu. Tüm bu sürçlerde CHP ve basın başrolde oynuyordu. Arşivlerdeki gazete manşetlerine bakarsanız Menderes ve hükümet üyelerinin rüşvet ve yolsuzluklarına dair her gün çarşaf çarşaf manşetler görürsünüz.
Üst üste konulan sandıklarla, seçimlerle mağlup edilemeyen Demokrat Parti, bütün bu üretilmiş dedikodularla yıpratılmış, basının desteği ile TSK içinden bir cunta 27 Mayıs 1960’ta askeri bir darbe ile Menderes’i devirmiş ve ardından da düzmece bir mahkeme kararıyla idam edilmişti. Menderes’i idam edenler rezil bir akıbetten kurtulamadılar. CHP onun idamından bu güne tek başına iktidar olamadı. Bu millet bu CHP’ye hiç güvenmedi. Onu idama götüren medya ise millet tarafından lanetlendi. Onu idam edenler, onun idamına destek verenler, hala korkunç bir utancın içindeler.
1980 darbesinden sonra darbecilerin arzusunun aksine Turgut Özal’ın ANAP’ı iktidara geldi. Özal zamanında da Menderes döneminde olduğu gibi millet bir nebze olsun huzura ve refaha kavuşmaya başlamıştı. Özal’a da envai çeşit yalan ve iftira ile çamur atıldı. Özal da seçimlerde yenilmiyordu. Özal da güdümlü derin vesayetin talimatlarına boyun eğmiyordu. Onun ailesine de her türlü yalan ve iftira atıldı. O süreçlerde yine muhalefet ve iliştirilmiş medya Özal’la savaşıyordu. Özal’ı suikast düzenleyerek öldürmek istediler. Bu şekilde kurtulacaklarını düşündüler. 18 Haziran 1988 günü Anavatan Partisi'nin olağan genel kongresi yapıldığı sırada Kartal Demirağ isimli tetikçi, suikastı gerçekleştirmişti. Özal elinden yaralandı. Menderes gibi Özal’ın da uçağı düşürülmek için planlar yapıldı. Olmadı. Özal cumhurbaşkanı olduktan sonra birkaç defa zehirlenerek sonunda öldürüldü. Özal’a o zaman çamur atanlar bugün çamura batmış vaziyetteler.
Adnan Menderes idam edildi. İdamından sonra onunla ve bakanlarıyla ilgili atılan manşetlerin, üretilen yalanların hiçbirinin -en azından büyük kısmının- doğru olmadığı anlaşıldı. Ama onun idamıyla vesayet düzeni yeniden kök saldı. O vesayet düzeni 1960-1980 arasında sağ-sol çatışmalarını organize etti. Onbinlerce gencimizin hayatı karardı. Siyasetin omurgası kırıldı. Askeri vesayet milletin üzerine çöktü. Sonra da 12 Eylül darbesi indirildi.
Özal’la ilgili iddiaların da ne kadar düzmece ve asılsız olduğu onun ölümünden sonra anlaşıldı. Ve onun ölümüyle vesayet düzeni yeniden güçlendi. Onun öldürüldüğü yıl olan 1993 Türkiye Cumhuriyetinin en karanlık yıllarından biri oldu. Yüzlerce faili meçhul cinayet o sene ve devamında işlendi. Devamında 28 Şubat karanlığı çöktü.
28 Şubat’tan sonra millet umudunu Ak Parti iktidarına bağlamıştı. Menderes ve Özal örneğinde olduğu gibi 12 yıllık Tayyip Erdoğan iktidarında millet huzura ve refaha kavuşmaya başladı. Milletimiz umutlu bir gelecek planı yapmaya başladı.
Şimdi Menderes ve Özal dönemlerinde olduğu gibi tıpatıp benzer yol ve yöntemlerle Tayyip Erdoğan da ortadan kaldırılmak, en azından iktidardan uzaklaştırılmak isteniyor. 3 aydır sürmekte olan güdümlü paralel saldırılar nedeniyle 17 Aralık tarihi, yeni bir anlam kazandı. Türkiye’nin lanetle anılan darbeler tarihine bir sayfa daha eklendi. Son 12 yılda püskürtülen bir hayli darbe teşebbüsünde olduğu gibi 17 Aralık darbe teşebbüsü de püskürtüldü. 27 Nisan, Ergenekon, Balyoz, kapatma davası ve Gezi teşebbüsünde olduğu gibi bu noktada Yeni Türkiye önemli bir badireyi daha başarıyla atlattı.
Çünkü bu defa durum öncekilerden çok çok farklı. Hemen hemen tüm kurumlarıyla vesayetin karşısında olan bir devlet var. Tüm bu oyunların farkında olan bir millet var.
Bu defa başaramayacaklar. Bu defa tutturamayacaklar. 17 Aralık artık “vesayetin ölüm günü” Yeni Türkiye’nin “düğün günü” olarak tarihe geçecektir. Paralel saldırıları planlayan, uygulayan ve alkışlayanlara ısrarla duyurulur.
Alper TAN
17.03.2014

11 Mart 2014 Salı

Recep Tayip Erdoğan, Turgut Özal'a mı benziyor, yoksa Adnan Menderes'e mi?.., LÜTFEN!... Yorum veya Tekzip metninizi, haberin altında yer alan "yorumunuzu girin" hanesine ekleyiniz...



RÖPORTAJ & İNTERNETHABER, 11 Mart 2014
Erdoğan Özal'a mı benziyor Menderes'e mi?

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölüm Başkanı Prof. Dr. Cengiz Anık ile 30 mart 2014 Yerel seçimleri hakkında konuştuk.
NESRİN YILMAZ
İNTERNETHABER.COM-ANKARA 
Hemen her mitinginde Menders dönemini örnek gösteren Başbakan Erdoğan'lı AK Parti dönemi aslında Menderes dönemiyle mi yoksa ANAP dönemiyle mi daha benzer?
ANAP nerede hata yaptı, AK Parti nelere dikkat etmeli?
Miting alanlarında siyasilerin birbirlerine karşı kullandıkları bu keskin dil ülkeyi nereye götürecek?
Seçmen ortaya çıkan ses kayıtlarından ya da kasetlerden ne kadar etkileniyor?
Aslında bu bir yerel seçim mi, seçmen 30 Mart'ta neyi oylayacak?
Bütün bu soruların yanıtlarını Prf. Dr. Cengiz Anık sizler için cevapladı...
Başbakan'ın miting meydanlarında sürekli Menderes'i örnek vermesini "Başbakan, bir tür ruh çağırıyor. Umut ediliyor olmalı ki, Rahmetli Menderes’in ruhu siyasal arenaya inecek ve AK Parti’ye seçim meydanlarında himmette bulunacak." diye açıklayan Cengiz Anık, AK Parti ile ANAP'ın konjonktürel olarak daha benzer olduğunu söyledi.
Liderlerin seçim meydanlarında kullandığı sert dilin kendilerine bir faydası olmayacağını söyleyen Anık, Başbakan'ın Fethullah Gülen'i muhatap olarak görüp cevap vermesinin doğru olmadığını söyleyerek, "muhatap alınmayı hak etmiyor" dedi.
Ortaya çıkan ses kayıtlarının seçmeni çok fazla etkilemediğini belirten Cengiz Anık, AK Parti'nin oy oranının yüzde 40'ın üzerinde olabileceğini CHP'nin ise yüzde 30'u geçemeyeceğini söyleyerek bu süreçte en "karlı" çıkan partinin BDP olduğunu şu sözlerle dile getirdi:
"Bence, BDP ve onun genç eş başkanı bırakıyor. İlk defa BDP bir siyasi parti gibi olmanın keyfini sürüyor."
 İşte Prf. Dr. Cengiz Anık ile yaptığımız 30 Mart seçimlerine dair en kapsamlı röportaj...
-Neden Başbakan sürekli Menderes dönemini örnek gösteriyor meydanlarda? Size göre, AK Parti dönemi, Demokrat Parti dönemine mi, yoksa ANAP dönemine mi daha çok benziyor?
BAŞBAKAN RUH ÇAĞIRIYOR
Sayın Başbakanımız, Demokrat Parti dönemini örnek göstermekle aslında, biraz tuhaf bir benzetme olacak ama, bir tür ruh çağırıyor. Umut ediliyor olmalı ki, Rahmetli Menderes’in ruhu siyasal arenaya inecek ve AK Parti’ye seçim meydanlarında himmette bulunacak.
DEMOKRASİYİ İĞFAL ETME PAHASINA MENDERS'İ KATLETTİLER
Yani, ülkemizin demokrasisini iğfal etme pahasına, Sayın Menderes, sivil ve askeri bir cunta tarafından katledilmişti. Menderes hepimizin yüreğinde bizim demokrasi şehidimizdir. Dolayısıyla, Türk demokrasi tarihinde bir ikonadır. Şayet bugün, seçmene şunu inandırabilirseniz; “benim de siyaseten katlime fetva vermiş bir cunta var. Beni bir tek siz kurtarabilirsiniz. Beni desteğinizden mahrum bırakmayın ki, beni infaz etmeye cesaret edemesinler”, seçmenin size daha fazla teveccüh göstereceğini umut edebilirsiniz.
ANAP VE AK PARTİ DÖNEMİ BİRBİRİNE DAHA FAZLA DENK DÜŞER
Bu mağduriyet söyleminin seçmen nezdinde her zaman bir karşılığı vardır. Ama bu eşleştirme; AK Parti ile Demokrat Parti’yi, Sayın Menderes ile Sayın Erdoğan’ı siyaseten de, sosyolojik olarak da yan yana getirmez.
Rahmetli Özal ile Sayın Erdoğan tam olarak denk düşmese de, ANAP ile AK Parti, konjonktürel bakımdan birbirine daha fazla denk düşmektedir. Hem siyasal söylem hem de siyasal işlev açısından böyledir ama Erdoğan ve AK Parti, Özal ve ANAP’tan kıyas kabil etmez düzeyde daha fazla şanslıdır.
Özal’ın “orta direk” söylemi, asırlık rüyamız olan “milli burjuva” özlemini yansıtıyordu. Buna göre bir ticari burjuvazi var olacak, bu sayede öncelikle ticari kapitalizm aracılığı ile ekonomik teraküm gerçekleştirilecek, arkasından siyasal temerküzle siyasal güç tahkim edilip gerekli olan siyasal kurumlar ihdas edilecek, gereksiz görülenler ortadan kaldırılacak ve nihayet, kendiliğinden oluşan demografik birikim, belirli bir sosyo kültürel kodifikasyona gayri ihtiyari maruz kalacak.
ÖZAL'IN PARADİGMASI ŞUYDU:
“Milli burjuvazi” ya da “muasır medeniyet” dediğimiz proje esasında bu söylediğimizden ibaret bir hedeftir: Cumhuriyet tarihinde ilk defa, “orta direk” söylemiyle Özal kendisini ekonomik açıdan bu hedefe adamıştı. Ayrıca “dört eğilim” söylemi, siyasal katılıkların buharlaşması gerektiğine yönelik bir telkindi. Görünürde, “farklı düşensek de bir arada olabilir, aynı hedefe kilitlenebiliriz” telkiniydi ama aslında, “hepimiz biriz, bizim dışımızda kimse yok, olmasına gerek de yok” anlamına gelecek, bize özgü bir siyasal totalitarizmdi."
PROJE MÜKEMMELDİ AMA...
Proje mükemmeldi, teori harikaydı ama kör olası olgu ve toplumsal gerçekliğimiz bu hevesleri onaylamadı. Vatandaş olarak bu projenin bizde karşılığı pek olmadı. Elbette belirli bir mesafe alındı ama ne ekonomik olarak milli burjuva hedefine yaklaşıldı ne siyaseten kalıplaşmış bürokratik mekanizmalar yumuşatılabildi ne de sosyo kültürel değer dünyaları, incir gibi erginleşiverdi.
Dolayısıyla Özal dönemi, bizim iki yüzyıllık garplılaşma serüvenimizin sancılı bir prematür doğumu idi.
PARALAR AKTIKÇA TARİKATLAR EKONOMİK OLARAK HIZLA PALAZLANDILAR
Birincisi, ittihat terakki tarzı devletçi icraatların, hemen hemen her kesimde işkencelerinin izleri vardı. Adeta bir yanardağ gibi bu hınç birikmişti.
İkincisi ve asıl en önemlisi şuydu: “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikincini ister, onun gözünü toprak doyurur” mealindeki dini telkinlerin bir ürünü olan, İSLAMİ İNFAK KURUMU; orijinal hali ile, ekonomik terakümü engelleyen bir mekanizma idi. Fakat zaman içinde pek çok cemaat ve hatta camia için bu telkin, kapital biriktirme aracı haline dönüştü. Küçük küçük (ayni veya nakdi yardım, bağış, zekat, fitre, sadaka v.s.) oranlardaki dini hibeler, bir havuzda toplandığında ciddi rakamlara ulaştı. Özellikle 80’lerden sonra büyük kentlerde üniversite okumaya gelen çocuklarının akibetinden kaygı duyan mütedeyyin aileler, bu havuzlara tasarruflarından daha fazla hibeler akıtmaya başladılar. Paralar aktıkça bazı tarikatlar ekonomik olarak hızla palazlandı."
O SICAK PARA ŞOK ETKİSİ YARATTI
Bu arada Demokrat Parti döneminde başlayan, bazı cemaatler için takdir edilen siyasal ulufelerin 1980’lerden sonra alabildiğine kabardığını unutmayalım. En son şunu biliyoruz. 28 Şubat postmodern darbesinden hemen önce, satılığa çıkartılan bir demir çelik fabrikasını satın almak için, bir camiaymış gibi işadamlarını örgütleyen yarı cemaat özelliğini haiz bir derneğin, dudak uçuklatan miktarda bir sıcak parayı ortaya koyması, Türkiye’de şok etkisi yarattı ve 28 Şubat darbesinin zaruret haline gelmesine neden oldu. Hiç kuşkusuz ki 28 Şubat, bu ekonomik birikimi talan etmeyi başaramadı. Zira ticari kapitalizmin varlığının kayıt dışılığa muhtaç olduğu gerçeğine tosladı. Sözünü ettiğimiz ekonomik birikim kayıt dışıydı. Kimse, bir yerlerde, kayıt dışında biriktirilmiş paraları bulamadı; Kombassan, Yimpaş gibi birkaç örnek görmezden gelinirse. İşte tam olarak bu ekonomik birikim, AK Parti’nin sağladığı güven ortamında ekonomiye aktı ve bugün anlayabiliyoruz ki, ülke ekonomik açıdan iflas bayrağını çektiği 2000’lerin başında, AK parti ile birlikte birden bire zirveye doğru tırmanışa geçti.
İLK DEFA TÜRK SİYASİ TARİHİNSE YÜZDE 80'LERİ BULAN TASFİYE
AK parti için çok uygun konjonktürleri var etmiş olan üçüncü etkenler siyasal alanla ilgili ve pek çok çeşidi var. Bir kere insanların ideolojik katılıkları gerçekten de buharlaştı. Özgürlükler ve insan hakları hiç olmadığı kadar yüceltildi. Geleneksel medyanın yeni medya tarafından neredeyse ikame edilmesi, yeni ve küresel bir birey yarattı. Artık kimse birilerinin telkinlerine sadakat göstermek zorunda değildi. Üstelik bu yeni lümpen bağımlılıklar, nefisleri çokça okşayan bir şımarıklıkla ödüllendiriliyordu. Kuşkusuz ki, Türkiye için en önemli aşama, 28 Şubat Darbesi ile kaybedilmiş olanların, herkesin ama istisnasız her kesimin yüreğine kor bir alev olarak düşmesi, en azında iç kıyıcı bir sızı olarak damlamış olmasıdır. Türkiye artık yeni bir darbeye asla ve asla tahammül edemezdi ve ne pahasına olursa olsun bu ihtimali tümüyle ortadan kaldıracak bir siyasal organizasyon, gene ne pahasına olursa olsun iş başına gelmeliydi. İşte, AK Partiyi, o kadar kısa sürede, bu denli muazzam bir makama oturtan kamusal duyarlılığın arkasındaki en önemli muharrik güç budur. Nitekim Cumhuriyet tarihinde ilk defa, Türkiye yüzde 80’leri bulan bir siyasi tasfiyeye tanıklık etti.
PARA VE KAZANCIN DİNİ, İMANI, MİLLETİ KALMAMIŞTIR
Gözlerden kaçan diğer bir dördüncü faktör sosyo kültürel değer dünyası ile ilgilidir. Para kazanma ve ticari işbirlikleri için şart koşulan; milli, ideolojik ve en önemlisi de dini hassasiyetler, 2000’li yıllardan sonra tümüyle ortadan kalkmıştır. Para ve kazancın dini, imanı, milleti kalmamıştır. Ortada kazanılacak para varsa, en başta dini inançlar olmak üzere geriye kalan her şey teferruat haline gelmiştir. 500 yıldır her zaman, burjuva, bir toplumdaki en dindar kesim olmuştur. Weber ve Sombart bunları yüz yıl kadar önce yazdığı için değil, daha evvelden beri öyledir. AK Parti, bu dini değerlerin tecessüm ettiği bir parti olmasından ötürü de çok büyük bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Kuşkusuz ki “ılımlı islam” profiline en uygun siyasal organizasyon olma özelliklerine de sahiptir. Bununla birlikte, ekonomik niyetlerle uzlaştırılmış dini inançların siyasi arenada tebarüz etmesinden de asla ibaret değildir.
ÇAPULCU, AYYAŞ GİBİ TABİRLER HAYAL KIRIKLIĞI YARATTI
AK Parti, “dindar adam yolsuzluk, hırsızlık, ahlaksızlık, yapmaz” diyenlerin, Hatta “dindar adam benim gibi nefsine mağlup olmaz” diye kendine eziyet edenlerin de umut bağladığı bir siyasal partidir. Bu yüzden “çapulcu”, “ayyaş” gibi tabirler, bu denli hayal kırıklığı yarattı. Çünkü Sayın Erdoğan, İstanbul’un kıyılarına itilmiş ‘getto’lara, hatta “günah yuva”larına bile ilgi gösteren ilk siyasetçi ünvanını haizdir ve oradakiler bu lütufkarlığa bir armağan olarak onu hep desteklemiştir.
TEK FARK ANAP ZAMANINDA KONJONKTÜR UYGUN DEĞİLDİ
Birkaç faktör daha var ama şimdilik bu kadar yeterli. Sonuç olarak bu dört faktör AK Parti mucizesinin arkasındaki muharrik gücü oluşturmuştur. Bu haliyle AK Parti’nin, eşraf oligarşisinin var ettiği bir siyasal organizasyon olan Demokrat parti ile belirgin bir bağını kurmak mümkün değildir. AK Parti’nin çok açık bir biçimde ANAP’la, söylem ve proje bağı vardır. Tek fark şudur: ANAP zamanında konjonktür uygun değildi. Ama AK Parti hemen her şeyi ve böylesine uygun koşulları kendisinin emrine amade buldu. Dolayısıyla, zihinlerdeki taslaklar ile sosyolojik gerçekliklerin bu denli iştahla buluşup kaynaşması, AK Parti’nin başarısını bir mukadderat haline getirmiş oldu.
-Şu an Türk siyasi tarihinde çok farklı bir dönem yaşıyoruz, bu dönem AK Parti'nin oylarını sizce ne kadar etkileyecek?
AK PARTİ YÜZDE 40'IN ÜZERİNDE OLABİLİR
 
"Görünen o ki, çok ciddi bir etki yaratmayacak. Benim tahminim AK Partinin oyunun yüzde 40’a yakın ya da bir veya iki puan üstünde olması. CHP hiçbir biçimde yüzde 30 barajını aşamayacak ve bana göre yerel seçimden sonra Sayın Kılıçdaroğlu; eğer olacaksa cumhurbaşkanlığı seçiminden önce, siyasal bir kızağa oturtulacaktır. Onu nereye taşır bilemem ama kızak, onu mutlu edecek bir yörüngede görünmüyor. MHP ve Bahçeli bana göre bu seçimde ilk defa oldukça iyi bir performans sergiliyor, belki de cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin hesapları olduğu için ama sanıyorum, Cumhurbaşkanlığı seçimleri onun da bir eşiğe doğru taşınmasına neden oluyor. Bu arada kimse fark etmiyor ama bu seçimlerde zihinlerde en iyi izlenimleri, bence, BDP ve onun genç eş başkanı bırakıyor. İlk defa BDP bir siyasi parti gibi olmanın keyfini sürüyor."
TEK AMAÇ, ERDOĞAN'IN CUMHURBAŞKANI OLAMAYACAĞINI GÖSTERMEKTİ
Bütün bu tahminlerin içinde kesin olan bir şey var: 30 Mart yerel seçimleri kimlerin belediye başkanı seçildiğini kayıtlara sadece resmi olarak geçirecektir. Gerçek anlamıyla bu seçim, Sayın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını garantilemesini değil, Cumhurbaşkanı olma ihtimalinin nasıl ortadan kaldırıldığını göstermesi bakımından tartışılacaktır. Galiba amaç da buydu: Kendi çevresinde de, dışarıda yer alanlar da, Sayın Erdoğan’ı nasıl cumhurbaşkanı yapmayacaklarını bu sayede deneyimleyecekler.
ACABA CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ YAPILMASA NE OLURDU?
Yani bu seçim, AK Parti ve diğer partiler arasında değil, kim neresinden bakarsa baksın, bu seçim; Recep Tayyip Erdoğan ile onu hazzetmeyen içerideki gizli muhalifler ile dışarıdaki hasımların oluşturduğu koalisyon arasında yapılan bir seçimdir. Amaç ise Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Acaba diyorum, bir mucize olsa da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmasa ve bütün hesaplar suya düşse neler olurdu?
-1989 seçimlerinde hezimete uğrayan ANAP nerede hata yapmıştı, bu dönemi onunla kıyaslayabilir miyiz? Benzerlikleri neler, farklılıkları neler?
ANAP SİYASİ ÖMRÜNÜ TAMAMLAMIŞTI
Bana, o dönemlerle bu dönemler arasında bir ilinti yokmuş gibi geliyor. O dönemlerde ANAP siyasi ömrünü tamamlamıştı. Bu dönemin özelliği, siyasi partilerin ömrü veya işlevi ya da becerileri yahut da hataları, kusurları ile ilgili değil. Bugünün siyasal arenasında seçmen, AK Parti ile diğer alternatif siyasi oluşumlar arasında bir tercihe zorlanmıyor. Cumhuriyet tarihinde ilk defa ,saf tutma konusunda seçmenin kafası karışık. Kim ne derse desin şu anda ne AK Parti’nin alternatifi bir siyasi parti var ne de onun Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eline su dökebilecek bir siyasi lider var. Dolayısıyla o dönemlerde siyaset yapan siyasi liderlerle siyasal organizasyonları bugünküler ile kıyaslamak asla mümkün değildir.
-Erdoğan'ın dili gittikçe sertleşiyor, bunu bilerek mi yapıyor, bu bir seçim stratejisi mi? Bir iletişimci olarak meydanlarda bu kadar sert bir dil kullanılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
"HOCA" BAŞBAKAN TARAFINDAN BU KADAR CİDDİYE ALINMAYI HAK ETMİYOR
Evet. Feci bir siyasal dil kullanılıyor. Cumhurbaşkanı adayı olarak kendini tasarlayan bir liderin bundan daha vahim bir hatası olamaz. Bir kere, ne olursa olsun, bir “hoca”nın bu denli siyasete malzeme yapılması yanlış. O bir siyasi rakip değil. Ayrıca Türkiye’de olup bitenlerin hepsini tasarlayacak kadar güçlü bir gerçek ve tüzel kişilik de değil. Bu işte belki taşeron anlamı taşıyacak görevler tevdi edilmiş olabilir ama, onu bu kadar siyasete malzeme yapıp büyütmenin ve yüceltmenin çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu kadar ciddiye alınmayı hak etmiyor zira.
-Siyaseten faydası olur mu?
Hayır. Nasıl ki “hoca”nın bir siyasi partiye göstereceği husumetin seçmen nezdindeki nicel karşılığı yüzde 3 bile değilse, onu karşına dikip hedef haline getirmenin sağlayacağı siyasal getirinin nicel karşılığı da yüzde 1 (bir) bile olmayacaktır.
-Kılıçdaroğlu da çok sert, yani herkes çok sert bir dille yükleniyor rakibine, nasıl değerlendirmek lazım?
KILIÇDAROĞLU'NUN KESKİN DİLİ ERDOĞAN İÇİN AVANTAJDIR
Sayın Kılıçdaroğlu’nun, bu ülkenin Başbakanı için, ortalama bir vatandaşın bile ağzına yakışmayan ifadeler kullanması çok elimdir. Bakın açık söylüyorum: Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başbakanı ünvanını taşıyan bir manevi şahsiyeti, Kılıçdaroğlu’nun bu denli tahkir ve tezyif etmesi, Sayın Erdoğan için siyasi bir avantajdır. Bundan hicap duyanlar, mağduriyet duygusuyla Sayın Başbakana siyaseten sahip çıkacaklardır. Üstelik de, ne idüğü belirsiz ve yasa dışı bir dinleme isnat alınarak bu dil kullanıldığından, vicdanlar daha çok kanamaktadır. Zira bizzat CHP de yasa dışı dinlemelerden canı çok yanmıştı. Kamuoyu bunu iyi biliyor.
Meydanların kalabalık olup olmaması seçim sonucunu ne kadar etkiler? Çok kalabalık çok oy mu?
SİYASİ PARTİLER MİTİNGLERDEN VAZGEÇMELİ
Meydanlardaki kalabalık belirleyici bir biçimde siyasi partinin teveccühüne ölçü değildir. Ben bu kalabalıkların belirli bir suskunluk sarmalı yaratılarak, seçmende “ben de kazananın yanında yer alayım” duygusu telkin ettiğine de inanmıyorum.
Esasen, şu feci bir kirlilikten başka bir anlamı olmayan; sokaklardaki bağırış çığırışlardan, her yeri bayraklarla karartmaktan ve en çok da trafiği büyük kentlerde linç eden miting, konvoy ve çirkin gösterilerden bence siyasi partiler bir an evvel vazgeçmeli. Nitekim üç beş eli boş partiliden başka bu tür etkinliklere ilgi gösterene de rastlamadım.
Türk siyasi tarihine baktığımızda, 30 Mart 2014 seçimleri için "özel" diyebilir miyiz?
TÜRKİYE BU SEÇİMDEN SONRA BİR EŞİKTEN GEÇECEK
Evet, hem de çok özel bir seçim, en özeli hatta. Ne kadar farkındayız bilmiyorum ama Türkiye bu seçimden sonra bir eşikten geçecek. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve tarihimizdeki ilk sivil anayasa dahil, siyasal kurumlarla ilgili çok radikal değişimlere kadar bir süreç başlatabilir. Ya da tersine bazı projeksiyon ve akabindeki organizasyonlarla siyasete nasıl yön verildiğine dair kaygı ve kuşkuları güçlendirebilir. Ama benim tahminim ikisinin ortası. Yani, siyaseten var olan bir nesnel gerçekliğe rağmen bazı tasarıları hayata geçirmek imkansızdır. Aynı şekilde hiçbir zaman siyaset kendi doğal mecrasında işlemez ve her zaman şu veya bu biçimdeki, şu veya bu dozdaki müdahalelere maruz kalır.
-Kasetler üzerinden götürülen algı yönetiminin, seçmenin sandıktaki tercihini etkileyeceğini düşünüyor musunuz? Etkili olması halinde bu seçimlerin meşruiyetini tartışmalı hale getirir mi?
KASETLER SONUÇLARI SANILDIĞI KADAR ETKİLEMEYECEKTİR
Etkileyecektir ama sanıldığı kadar değil. Yani şu kadar ki, şayet AK Parti’ye karşı bir antipatiniz varsa, kasetler sizin bu duygularınızı keskinleştirecektir. Sempatiniz varsa ve yeterince direnç kazanmanızı sağlayacak argümanlara sahipseniz, siyasal kanaatinizde köklü değişiklikler olmayacaktır. Daha doğrusu bu tür algı organizasyonlarının etkilerine biz “katalizör etki” deriz. Varolanı bu tür girişimler güçlendirir, safları sıkılaştırır ama çok köklü tutum değişiklerine neden olmaz. Nitekim, görünen o ki seçim sonuçları bu söylediklerimizi teyit edecek bir nicelik ortaya koyacak. Dolayısıyla, meşruiyet konusu; seçimlerden sonra kıyasıya tartışılacak ve hatta kıyıma mesnet teşkil edecektir.

Adnan Menderes’ten Recep Tayip Erdoğan’a Ankara’nın ve İstanbul’un iki caddesi; Mahmut Çetin

Menderes’ten Erdoğan’a Ankara’nın ve İstanbul’un iki caddesi 

Bu yazı, 7 yıl önce Ortadoğu gazetesinde yayınlanmış bir yazıdır!
Seçim çalışmalarını yürüten AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan Cizre’de yaptığı konuşmada, “Ezenlerin olmadığı bir Türkiye” için yola çıktıkların belirterek, “Türkiye’yi İzmir’in Konak, İstanbul’un Bakırköy, Ankara’nın Çankaya’sından ibaret görenlere Türkiye 81 ildir demek için yola koyulduk” dedi. Erdoğan’ın bu sözleri bana, bugünlerde okuduğum Samet Ağaoğlu’nun ‘Arkadaşım Menderes’ kitabında okuduğum benzer sözleri hatırlattı.
Ali Fuat Başgil diyor ki:....
1959 yılına gelindiğinde Ankara ve İstanbul’da öğrenci yürüyüşleri başlamıştır. Artık ihtilal sözü herkes tarafından telaffuz edilir hale gelmiştir. Adnan Menderes, kurmayları Refik Koraltan, Samet Ağaoğlu, Tevfik İleri, Ahmet Hamdi Sancar, Emin Kalafat, Atıf Benderlioğlu ile birlikte karışıklıkları değerlendirmektedir. İstanbul’dan çağrılan Ali Fuat Başgil de aralarındadır. Menderes, Başgil’e o zaman muhalefetin direndiği Tahkikat Komisyonu ve Selahiyet Kanunu’nun anayasaya aykırı olup olmadığını sorar. Başgil, “Hayır, ama kalkmalıdır, kaldırmalısınız. Sonra bu da kafi değil, hükümet çekilmeli. Bu da yetmeyebilir.”
Menderes cevap verir, “Benim hükümetten çekilmem ehemmiyetli değil, mühim olan gelecek hükümete karşı da nümayişler devam ederse ne olacak?”
Başgil, Fransa’da geçmiş bir olayı anlatır. Orada da hükümet gittikçe artan öğrenci gösterileri üzerine çekiliyor, kurulan yeni hükümete karşı öğrenciler aynı durumu alınca bu sefer yeni hükümet zor tedbirler kullanıyor ve bu hareketi de Meclis ve basın destekliyor. Başgil bunları anlattıktan sonra İstanbul’daki durumu ‘müthiş’ kelimesiyle niteler.
Samet Ağaoğlu sorar:
- Hocam müthiş diyorsunuz, yani nasıl müthiş ?
- Tıpkı Fransa’da 1789’dan sonraki gibi halk hareketlerine benziyor. Toplananları dağıtmak için gönderilmiş askerler ve subaylarla dağıtmaya memur oldukları gençler birbirlerine sarılıp öpüşüyorlar !
Menderes’in yakası
Adnan Menderes, Ankara’da gençlerin gösterileri sürerken, gençlerle yüzyüze konuşmak, diyalog kurmak ister. Kızılay’da gösteri yapan gençlerin arasına girer ve sorar:
- Ne istiyorsunuz?
Bu sırada Başbakan Adnan Menderes’in yakasından tutan bir üniversiteli genç,
- Hürriyet istiyoruz, diye bağırır. Menderes:
- Evladım bir başbakanın yakasından tutuyorsun, hala ne hürriyeti istiyorsun, diye cevap verir.
Yanındakilerin söylediğine göre, Adnan Menderes’in yakasından tutan genç bugünkü CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dır. Ama Baykal bunu kabul etmemektedir. Zaten konumuz da Menderes’in yakasından tutan gencin kimliği değil, bir durumu algılama meselesidir.
Sıkıyönetim komutanının telefonu
Ankara ve İstanbul’da öğrenci olayları sürmektedir. İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek Başbakan Adnan Menderes’i telefonla arar. Aralarında şöyle bir görüşme geçer:
- Toplan kaç bin kişi kadar aziz paşam ?
- .................
- Beş, altı bin mi ? Ne yapalım diyorsunuz ?
- .................
- Ateş mi etmek ?
- .................
- Hayır, hayır. Katiyen ateş etmek yok!
- ...............
- Paşam kimsenin burnu kanamadan, kimseyi brüske etmeden (eziyet etmeden), yavaş yavaş dağıtmaya bakın! Ama paşam rica ediyorum brüske etmesinler!
- ..............
- Sizdeki coplar kısa mı ? Daha kuvvetli gaz bombaları mı ?
- ..............
- Bunları ben bilmem, Milli Savunma Bakanı yanımda, vereyim görüşünüz.
Biz, Ankara ve İstanbul’un iki caddesinde mi yıkılacağız ?
Profesör Ali Fuat Başgil’in anlatmaya çalıştığı şey, ihtilalin adım adım geldiğini söylemekti. Ama Adnan Menderes etrafındaki et duvarını aşıp Başgil’i anlayamamıştı. Ve Menderes şu sözlerle muhaliflerine karşı kendisini uyaranlara karşı duruyordu:
- Biz, Ankara ve İstanbul’un iki caddesinde mi yıkılacağız ? Bu iki caddenin karşısında bütün memleket var!
Samet Ağaoğlu, “bundan sonrası bir trajedinin başlangıcıdır ancak” diyerek durumu özetler. İstanbul ve Ankara öğrenci gösterileri, Menderes’in grupta yaptığı sert konuşmalar, Tahkikat Komisyonu kararları profesörlerin önce tek tek sonra toptan protestoları, Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilanı ve parti içinde ikili oynayan ajitatörler.
Adnan Menderes, durumun vehametini ne yazık ki, görememektedir. Bir yurt gezisinden dönerken, öğrenci olaylarını kastederek arkadaşlarına espri yapar:
- Ankara’da ayaklanma varmış !
Menderes sertleşir: Kara cübbeliler !
Başbakan Adnan Menderes, ihtilalden on gün önce Salihli’de Demirköprü barajını hizmete açar. Öğrenci olaylarından sonra üniversite hocaları da protestolara başlar. Samet Ağaoğlu, Profesör Ekrem Şerif Egeli’nin eleştirilerini anlatır ve derhal İstanbul’a gelerek, profesörlerle diyalog kurması uyarısını iletir. Menderes en kısa sürede İstanbul’a gidip, profesörlerle görüşeceğini söyler. İzmir’de en itidalli konuşmalarından birini yaptığı halde, Salihli’de durum değişir. Menderes kendisini çılgınca alkışlayan halka konuşurken profesörleri ‘kara cübbeliler’ olarak niteleyen sert bir konuşma yapar. Samet Ağaoğlu’nu dinliyoruz: “konuşmasını ürpererek dinledim. Doktor Mükerrem Sarol’la bir kenarda duruyorduk. Kürsüden indikten sonra Menderes’le karşılaştık. Daha biz bir şey söylemeden, “İstemeden oldu, ama düzelteceğim” dedi.
Siyaset uzlaşma sanatı
Kişi söylemediği sözün sahibi, söylediği sözün mahkumudur. İnsanın ne zaman neyi söyleyeceği ise, esaslı bir iç eğitimin sonucudur. Adnan Menderes etrafındaki güçlü kurmaylara, ve Ali Fuat Başgil ve Ekrem Şerif Egeli gibi öngörülü akademisyenlere rağmen, bazı sözlerini kontrol edememişti. Ülkemize çok büyük hizmetleri olmasına rağmen, çatışma kültüründen uzlaşma kültürüne geçememişti. Siyaset, kızgın kalabalıkların nabzına şerbet verme kolaycılığı değil, toplum kesimlerini uzlaştırma sanatıydı.
Kalabalıklar ve Atatürk
1957 seçimlerinden sonra halkla Başbakan Adnan Menderes arasında büyük bir muhabbet oluşur. Türk Ocakları’nın büyük öncüsü Hamdullah Suphi Tanrıöver, Samet Ağaoğlu’na Atatürk’ün bir tespitini anlatır.
Samet Ağaoğlu, Adnan Menderes’e Tanrıöver’in hatırasını hikaye eder: “Milli Mücadeleden sonra Atatürk ilk defa İstanbul’a geliyor, yayında Hamdullah Bey de var. Camilerin kubbelerine, apartmanların damlarına kadar halk yığılmış. Bütün İstanbul ayakta. Hamdullah Bey:
- Paşam kimbilir ne kadar heyecanlısınız ? Atatürk, Tanrıöver’in elini tutarak, kalbine götürüyor ve soruyor:
- Var mı fazla heyecan ?
Mustafa Kemal’in kalbi sakindir. Neden sakin olduğunu anlatır Atatürk:
- Çünkü bu gördüğün kalabalık, gün gelebilir insanı linç etmek için de böyle toplanır. Onun sevgisine de, nefretine de fazla güvenilmez.
Menderes, anlattıklarımı sessizce diledi.”
Erdoğan’ın etrafı
1950 gelişini andıran bir teveccühle iktidara geleceği söylenen AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Adnan Menderes’in etrafındakileri karşılaştırınca, korkunç bir durum görüyorum. Bir yanda Refik Koraltan, Fuat Köprülü, Samet Ağaoğlu gibi, Menderes’in gözünün içine baktığı zirve kurmaylar. Öbür tarafta askeri donla selamladığı için, “Özal’ın donunu öpmek isterdim” diyen Bülent Arınç veya 28 Şubat sürecinde başörtülü eşi üniversite imtihanına alınmadığı için noter zaptı tutturan Abdullah Gül.
Necmettin Erbakan’ın kurmayları Şevket Kazan ve Oğuzhan Asiltürk böyle hatalar yapar mıydı bilemiyorum. Örnekleme bununla bitmiyor.
Tezkire dergisi, Vadi Yayınları’nın neşrettiği bir araştırma dergisi. Üç ayda bir yayınlanıyor. Tezkire’nin ‘Sağcılık ve İslamcılık’ özel sayısını okuyorum. Buradaki yazılara bakıyorum. Ömer Çelik ismi dikkatimi çekiyor. Daha önce Yeni Şafak şimdi Star gazetesi yazarı Ömer Çelik, AKP’nin de Adana’dan liste başı. Yani Recep Tayyip Erdoğan’ın önem verdiği bir isim. Çelik, Türkiye’deki muhtıra ve ihtilalleri sıraladıktan sonra: “Türkiye’nin getirilip bırakıldığı nokta... son derece derin reflekslerle beslenen dip akıntılarının su yüzüne çıkması ve kalıcılaşma iradesini beyan etmesidir” diyor. Çelik’e göre, devlete karşı müthiş bir dip akıntısı yani direniş damarı var ve bunlar kalıcılaşıyormuş.
Eğer Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Ömer Çelik, bu yanlış bakışla politika yapıyorsa ve bu yanlış bakışla liderleri Recep Tayyip Erdoğan’ı enforme ediyorlarsa ve o da bu verilerle siyaset yapıyorsa, gelinen ve gelinecek sonuçlara şaşmamak gerekiyor. Türkiye’nin devletle millet, dinle bilim, geçmişle gelecek, demokrasiyle cumhuriyet çatışmazlığını idrak etmesi gerekiyor.
Tekrar Recep Tayyip Erdoğan’ın başta aktardığımız sözlerine dönersek,
Adnan Menderes’ten 40 yıl sonra, Erdoğan’ın, Türkiye’nin, Ankara ve İstanbul’un iki caddesinden ibaret olmadığını söylemesi, devleti tanımada ciddi sorunların olduğunu göstermektedir. Bu tavır ve sözlerden, önümüzdeki dönem işimizin çok zor olacağı anlaşılıyor. Allah yardımcımız olsun.
Mahmut Çetin