21 Kasım 2014 Cuma

Menderes Neden “İslam Kahramanı”?

Menderes Neden “İslam Kahramanı”?
Menderes neden İslam kahramanı? Bu sorunun cevabını iyi anlamak için Menderes dönemi öncesi alınan kararlar ve uygulamalar ile Menderes döneminde alınan kararlar ve uygulamalara bakmak gerekir.
2014-09-17, 21:37:36
Mehmet Abidin KARTAL 
mabidinkartal@gmail.com
Menderes Neden “İslam Kahramanı”?
Menderes neden İslam kahramanı? Bu sorunun cevabını iyi anlamak için Menderes dönemi öncesi alınan kararlar ve uygulamalar ile Menderes döneminde alınan kararlar ve uygulamalara bakmak gerekir. Bu karşılaştırmada her iki dönem arasındaki dine yaklaşım ve laikliğin uygulanması farklılıkları konuya açıklık kazandıracaktır.
Türkiye’de uygulanan laikliğin gerçekten bir laik model olup olmadığı tartışılan bir konudur. Her ne kadar resmi söylem ve metinlerde laikliğin “din ve devlet işlerinin ayırımı” olduğu belirtiliyor ve Türkiye’de de böyle olduğu iddia ediliyorsa da gerçeğin böyle olmadığı herkesçe malumdur. Türkiye’de laiklik, dinin devletten ayrılması değil, devletin dini belli bir forma sokması olarak ortaya çıkmıştır. İşte bu tavır ve tutum, esasında İslam’ın reforma tabi tutulması ve milli ilke ve amaçlarla uyumlu bir “milli İslam”ın meydana getirilmesi çabasından başka bir şey değildir. Türkiye’deki laiklik uygulamasının en can alıcı noktası ve bariz vasfı özellikle 1950’ye kadar budur; yani Türk laikliği İslam’ı reforme eden ve milli bir İslam oluşturmaya yönelen çabaların bir ürünüdür.
Cumhuriyet yönetiminin ilanının hemen arkasından başlatılan radikal düzenlemeler ve yenilikler çerçevesinde yapılanların çoğu doğrudan veya dolaylı olarak dine müdahale şeklinde tecelli etmiştir. Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Riyaseti’nin kurulmasını sağlayan 3 Mart 1340 tarih ve 429 sayılı kanun, Cumhuriyet yönetiminin dine ilk müdahalesidir. Bu kanun dini “itikadat ve ibadat”tan ibaret hale getirmiş, geriye kalan alanları ise dinden çıkararak siyasal kurumların tekeline aktarmıştır. Cumhuriyet laikliğinin dine müdahale olduğu zaten ilgililerce de ifade edilen bir durumdur. M. Kemal’in hatıratını yazan Falih Rıfkı Atay “Kemalizm aslında büyük ve esaslı bir din reformudur... Kemalizm ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır.”1 diye yazmıştır. Bize göre bu tespit doğrudur ve yaşanan pratiği açıklamaktadır; zira yapılanlar bundan başka bir şey değildir. Bu amaca yönelik uygulamalar laisizmin “Sünni İslam” karşısında “sapkın” bir ideoloji ve rakip olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır.”2 Hatta her gün karşılaştığınız, “Ben Müslüman’ım. Allah’a ve Peygambere inanıyorum. Ama toplumsal ilişkilerimi, günlük davranışlarımı kendi bildiğim gibi ve aklımla belirlerim.”şeklindeki tavır ve tutumun oluşmasında laikliğin, daha doğrusu deforme edilmiş resmi İslam’ın payının büyük olduğunu sanıyorum. İslam’ı çok iyi bildiğine kani olduğumuz Şemsettin Günaltay’ın şu kanaatleri son derece ilgi çekicidir. “İslam dini Peygamberimizin Mekke’de bulunduğu sırada yaptığı ahlaki telkinlerden ve bu olgunluğa varmanın bir vasıtası diye tavsiye edilen vazifelerden ve ibadetlerden mürekkeptir. Medine’de bir devlet kurulduktan sonra başvurulan Şeriat kaidelerinin mahiyeti, o zamanki mahalli şartların icabının yerine getirilmesinden ibarettir. Bu kaidelerin bin küsur yıl sonra başka muhit şartları içinde yaşayan milletlerin hayatına esas olamaz.”3
Türkiye’de imparatorluk çökünce evrensel mantalite ve değerler de toplum gündemindeki geçerliliğini kaybetti ve yerine ulusal ve yerel olanlar ikame edilmeye başlandı. Her şeyin millileştirildiği bir ortamda İslam’ın evrensel ve uluslar üstü konumda tutulmasını beklemek doğru olmaz. Kaldı ki, Osmanlı Devleti’nin sonlarına doğru dinin millileştirilmesi konusunda da ciddi görüşler ileri sürülmüş ve toplum buna hazırlanmıştı. Ziya Gökalp, 1915 yılında yazdığı “Vatan” şiirinde dindeki Türkçülükle ilgili ipuçlarını veriyordu. O şöyle diyordu:
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!”
Z. Gökalp’ın bu özlemeleri 1930’lu yıllarda gerçekleşecektir. Hutbe, ezan, kamet Türkçeleştirilecek, Kur’an’ın ve diğer dini metinlerin Türkçeleştirilmesi için ciddi çabalar içine girilecektir. Bu tür tasarrufların dine müdahale olduğu, tartışma götürmez bir gerçektir.
Esas itibariyle dine bir müdahale şeklinde uygulanan laiklik, dinin dünyaya, dünyevi alana ve özellikle de devlet idaresine müdahalesini önleyen, onu siyaset ve toplum hayatından tamamen uzaklaştırmayı ve tasfiyeyi amaçlayan bir harekettir. Bu durumda din, toplumsal, siyasal ve diğer tüm kamu alanlarından çekilerek kişisel bir yapı haline getirilmek, vicdanlara kapatılmak istenmektedir. Bu amacın gerçekleştirilmesi için de siyasal güç ve devletin kullanılması Türkiye’deki laikliğin mümeyyiz vasfı olarak ortaya çıkmaktadır.4
Türkiye’de laikliğin dine müdahale etmesi, dinin kamusal alanlardan uzaklaştırılması ve kişisel bir yapı haline getirmek istenmesi, dindarlara baskı uygulanması, dini devlet gücüne bağlanması şeklinde uygulanmasının zihinsel alt yapısında cumhuriyet ideolojisinin ve kadrolarının düşünce ve idealleri yatmaktadır. Bununla ilgili olarak küçük bir belge sunmak istiyorum. Birinci baskısı 1930 ikinci baskısı da 1988 yılında yapılmış olan Prof. Dr. A. Afet İnan’ın Medeni Bilgiler kitabında M. Kemal’in el yazılarıyla verilmiş olan metinde dinle ilgili son derece ilgi çekici bir bölüm mevcuttur. M. Kemal ve arkadaşlarının din hakkındaki görüşünü yansıtan bu bölüm, laiklik anlayışına temel oluşturmuştur.
“...Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiç bir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükselmesine hasr etmeğe mecburdurlar. Bununla beraber Allah’a kendi milli lisanıyla değil, Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allah’a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince karışık, cahil hocalar ağzıyla ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan din, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler...”5
Afet İnan’ın kaleme alıp M. Kemal’e takdim ettiği ve onun kontrolünden geçen bu satırlarda ifade edilen kanaatleri yargılamak, birilerini suçlamak, küçük düşürmek gibi bir amacımız yok; yapmak istediğimiz Türkiye’de uygulanan laikliğin temellerini anlamak ve açıklamaktır. Bu satırlarda ifadesini bulan din konusundaki kanaatlerin, laikliğin bir “ulusal İslam” oluşturma hedefine yönelik olmasını nispeten açıklamaktadır. Dini Araplara mahsus bir yapı olarak kabul etmemiz durumunda onun millileştirilmesi ve Türkleştirilmesi anlam kazanmaktadır. Cumhuriyet ideolojisi yabancı yapılara karşı savaş açmamış mıydı?
Türkiye’deki laikliğin, 1950 öncesinde, dine açıkça bir müdahale, dini siyasal ve toplumsal hayattan uzaklaştırma, nihayet “ulusal İslam”, “milli din” oluşturma amacına yönelik bir kamu politikası olarak ifade edilmesi mümkündür.
1923-1950 döneminde Türkiye’yi Cumhuriyet Halk Partisi yönetmiştir. Bırakınız üretim yapmayı, hele ihracat yapmayı, bir şehirden diğerine mal götürmek bile zordu. Jandarma her şeydi. Geliri olmayandan vergi toplanır, vermeyenlere ceza yağardı. İslâmiyet zümrüdü anka kuşuna dönmüştü, adı var kendisi yoktu. Kur’an bile toplatılan kitaplar arasındaydı. Avrupa’da fabrikalar, atölyeler, laboratuarlar açılırken, bizde kahveler, meyhaneler ve barlar açılırdı. Bizde çağdaşlık, köy enstitülerinde kızlarla erkeklerin beraber okutulmasında ve bu okullara dinle ilgili herhangi bir şeyin girmemesinde aranmıştı. Müslüman’ın dinini öğrenmesi, anlaması, yaşaması yasaktı.
14 Mayıs 1950 bu yasaklara, bu yasakları yapanlara "hayır" demekti. Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si 69’a karşı 408 milletvekili çıkararak, CHP’ye tarihî bir ders verdi. Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için de, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor, milletin istediği işler yapılmaya başlıyordu.
Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında 18 yıl boyunca aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’an okunmasına başlanmıştı.
Vatandaşların, dinlerini gereği gibi yaşamaları artık büyük ölçüde mümkün oluyordu. Kur’an derslerine kadar uzanan yasaklamalar kalkmış, kimse başörtüsü yüzünden sokak ortasında polis hücumuna uğramaz olmuş, okullarda din dersi okutulmaya başlanmıştı. Halk Partisi’nin sattığı 800 camiye karşı, DP iktidarının ilk yedi yılında 1500 cami inşa edilmiş, camilere ayrılan bütçe ödeneği arttırılmış, viran kalmış camilere tamir yardımı yapılmıştır. İmam Hatip Okulu sayısı 19’a çıkarılmış, cumhuriyet tarihinde ilk defa bir Yüksek İslâm Enstitüsü açılmıştı. Dinî yayıncılık serbest bırakılmıştı.
Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti Müslüman’dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Bundan dolayı, ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, “İslâm kahramanı” olarak adlandırılmıştır. Çünkü, ezanın hikmeti sadece Müslümanları namaza çağırmak değildir. Onun yanında bütün insanlık namına, insanlığın ve kâinatın yaradılışının büyük neticesi olan tevhid ve rububiyete karşı, ubudiyetin izahına vesiledir. Bunun yerini de ezandaki mübarek ifadelerden başka hiçbir şey tutamaz.
Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiş ve Türkiye’nin dertlerine kestirme çareler bulabilmiş, bunları icra edebilmiş, bu icraatı takip edebilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkan dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.
Menderes, 13 Nisan 1949’da yapılan Aydın il kongresinde üyelerden birinin “sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olmaz.” sözüne cevabı “Ben aksini söyleyeceğim, Hürriyetin olduğu yerde sefalet olmaz.” idi. Böylece CHP iktidarında temel hak ve hürriyetlere getirilen kısıtlamalara karşı çıkılmıştır.
Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı… Bu kurtuluşun, bu kalkınmanın toplum tabanındaki ifadesi, mahsulün yahut işlenenin para etmeye başlamasıydı. Fakir halk kitlelerinin de üstüne giyecek, çocuğuna giydirecek bir şeyler bulmaya başlamasıydı. Ormancı korkusunun, hacizli, kırbaçlı, jandarmalı vergi tahsilatının sona ermesiydi. Senelerce aç kalan, devlete vergi yetiştirmekten kendisine parası kalmayan milyonların cebinin para görmesiydi. Elektrikti, suydu, yoldu, fabrikaydı…
Menderes dönemi gerçeğinin rakamlardaki ifadesi ise gözleri kamaştırıyordu. Cumhuriyetin ilk 27 yılında en fazla % 3’lerde ve genel ortalama % 2’lerde kalan büyüme hızı, DP ile birlikte % 12’lere fırlamıştı. Ülke, CHP’nin 20 senede getirdiği yere, DP’nin dört senesinde gelmişti. Bu devirde ülke çapında bir imar ihtilali yaşanıyordu. Tarım ve sanayide, eğitimde, sağlıkta büyük yatırımlar, temel altyapı yatırımları yapılıyordu. Büyük hidroelektrik santralleri, liman inşaatları, sulama tesisleri yapılıyordu. Ayrıca şehir içinde, şehirlerarasında, köylerde karayolu yapımına bu dönemde büyük önem verilmiştir.
Artık milletin ürettiği para etmeye, millet kazancının hayrını görmeye başlamıştı. Eskiden, devletin istediği miktardan arta kalırsa kilosu 20 kuruşa satılan buğday, kısa zamanda 45 kuruşa çıkarılmıştı. Pancar üretimi % 190, buğday üretimi % 230 artmış, pamuk, tütün, çay gibi ürünleri de % 100’lük üretim artışları sağlanmıştır. 1948’de 1.750 traktörü olan Türkiye’nin 10 yıl sonra eriştiği rakam, bunun 25 katıydı. 10 sene zarfında 21.500 köy içme suyuna kavuşmuş, köy okullarının sayısı 20.000’i bulmuş, köylerde elektrik yüzü görür olmuştu. Bütün bunlar, keyfi idari harcamaları kısan, yatırımlara ayrılan bütçe payını % 25’lere, % 30’lara çıkaran Menderes hükümetinin eseriydi. Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık, Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir.6
Menderes ve Ezan-ı Muhammedî
Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp iktidara geldikten sonra yaptığı ilk icraatlardan birisi, on sekiz yıldan beri inananları rahatsız eden ezanın Arapça aslıyla okunması yasağının kaldırılması olmuştur.
Seçimden 20 gün sonra yayınlanan demecinde Menderes; herkesin dinî vecibe ve ibadetlerini yerine getirebilmesini, vicdan hürriyetinin gereği ve laikliğin esası olarak ifade etmiştir. Bu yüzden ezanın asliyetiyle okunması yasağının devamı laikliğin gereği değil aksine, bunun ihlâli olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca, bu yasak devam ederken cami içinde bütün ibadet ve duaların Arapça olarak yapıldığını ifade ederek, bir bakıma yasağın mantıksızlığına dikkat çekmiştir.
Menderes Hükümetinin bir ayı dahi dolmadan meclise kanun teklifi vererek yasağın kalkmasını sağlaması ve Ramazan ayının başına tevafuk eden serbestiyetin sağlanması, halk nezdinde büyük bir memnuniyete vesile olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, Ezan-ı Muhammedi’nin (a.s.m.) neşriyle Demokratların on kat güçlendiğini beyan etmiştir.7
Adnan Menderes ve Bediüzzaman Said Nursî
Bediüzzaman Said Nursî, çok partili hayata geçişle birlikte siyasetle fikren alâkadar olup Demokratları destekledi. Menderes’i açık bir şekilde destekleyerek talebelerini de bu doğrultuda yönlendirdi. Bu desteğinin sebeplerini muhtelif vesilelerle izah etmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri bir yandan Demokratları desteklemiş, diğer yandan da ikazlarıyla onlara Kur’an hakikatlerini hatırlatmaya devam etmiştir. Menderes’e bir mektup yazarak, İslâm’ın çok önemli olan ancak günümüz siyasî cereyanları tarafından dikkate alınmayan ve ihmali büyük cinayetlerin işlenmesine sebep olan üç hususa özellikle dikkatini çekmiştir.8
1- “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz” (En’am Sûresi, 164. ayet) esası, tarafgirlik ve particilikle ihlâl edilmemeli, bu tehlikeye karşı İslâm kardeşliği esas alınıp Kur’an’ın söz konusu hükmü dayanak yapılmalı.
2- “Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” şeklindeki Peygamber (asm) emri hayata geçirilmeli, memuriyetin bir hizmetkârlık olduğu şuuru yerleştirilmelidir. Memurluk, hâkimiyet ve tahakküm aracı olmamalıdır. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp tahakküme dönüştürmek, kıblesiz namaz kılmaya benzer.
3- “Mü’min mü’mine karşı bir binanın kenetlenmiş taşları gibidir” hadisini esas yapıp hariçteki düşmanlara karşı dahildeki adavet unutulmalı, dayanışma sağlanmalıdır. Bu esas göz önüne alınırsa sosyal hayatı sağlam temele oturtmak mümkün olacaktır.
Bediüzzaman’ın Menderes’e desteğinden en çok rahatsız olanların başında CHP lideri İnönü gelir. Bu konuda gerek kendisi, gerekse partisinin yayın organı gibi hizmet gören bazı gazeteler çok sert eleştirilerde bulunmuşlardır. Üstad’ın Ankara ziyareti mecliste çok sert tartışmalara sebep olmuştur. İnönü’nün meclis kürsüsünde Menderes’e hitaben: “Siz şeriatı hortlatıyorsunuz, irticayı hortlatıyorsunuz. Bediüzzaman’ı gezdiriyorsunuz...” sözlerine karşılık Menderes’in:
“Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor, öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuştur. Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i faniden ne istiyor? Niçin eziyetinden hoşlanıyor, niçin meşakkat çekmesinden hoşlanıyor, niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır, anlayamıyorum?” cevabı üzerine İnönü:
“Efendim siz, Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz. Öyle zaman gelecek ki, sizi ben dahi kurtaramayacağım” şeklindeki meşhur tehdidini savurmuştur.
Bediüzzaman 1950’de demokrat hükümetin önüne bazı hedefler koyar.9 Birincisi ezanı aslına çevirmek, ikincisi Kur’an’ı radyolardan okutmak ve Risale-i Nur’u serbestçe neşrettirmek, üçüncüsü ise Ayasofya’yı ibadete açtırmak. Bunlardan ilk ikisi gerçekleştirildi. Ayasofya’nın ibadete açılması ise gerçekleşmedi. Bediüzzaman’ın ifadesiyle Ayasofya İslam’ın fecr-i sadıkıdır. Bu konuda Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetnamesine sahip çıkılmasını istemiştir. O bu vasiyetnamenin ihlal edilmesine karşı çıkmış ve şu sert sözleriyle tepki göstermiştir: “Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz.”10
Yaşanan Olaylar
1933’lerden önce doğan Cumhuriyet nesli, Demokrat Parti iktidarı öncesinde camilerden ancak "Tanrı Uludur" seslerini duymuştu. O günleri yaşayanlardan, ilk "Allahüekber"i sekiz yaşında duyan Nafiye Karabaşoğlu, 1950’nin o unutamadığı Haziran gününü şöyle anlatıyor,
“Bir akşam vakti, çoluk çocuk toplanmış, dışarıda, meydanlıkta oyun oynuyorduk. Mahallenin meydanlığında, o sıra kulağımıza ‘Allahüekber’ sadası geldi. Nereden geldiğini ilk anda fark edemedik. Caminin minaresinden okunduğunu biraz sonra anladık. Daha önce ‘Allahüekber’ ile ezana başlandığı vaki değildi. Şaşırdık. Çocuk halimizle oyun oynamayı bırakıp yere çömeldik. Dinlemeye koyulduk. Analarımız, babalarımızda meydanlığa fırladılar. Herkes orada toplanmıştı. Büyüklerimiz ne günlere kaldıydık, Allah’ım çok şükür diye ağlaşıyorlardı. Sanki zindandan kurtulmuş gibiydiler. Adamlar camiye koştu, kadınlar kapı önlerine toplanıp Kur’an okudular, dualar ettiler. Bize de, çocuklar bugün en büyük bayramımız, bayram edin dediler. Herkes evinde ne kadar artık gazyağı varsa getirdi, külle karıştırıp fincanlara koydu. Biz çoluk çocuk fincanları sokak sokak dolaştırdık, her tarafı ışıttık, ortalığı bayram yerine döndürdük. O gece hepimizin bayramıydı.”11
Menderes Dönemi millet iradesinin şahlanışıdır. Menderes döneminde son derece de büyük değişiklikler yaşanmıştır. Maddî hayatta yaşanmıştır, manevî hayatta yaşanmıştır. 1950 öncesi keyfî idare, zulüm, baskı var, hürriyetler yok. En önemlisi de din ve vicdan hürriyeti yoktur. Sadece camiye gitmek isteyen dindar vatandaşlar değil, bütün Türk milleti din ve vicdan hürriyetinde büyük bir açılım istemekteydi.
Demokrat Parti’nin ve Menderes’in hizmetleri içerisinde sayılabilecek Kur’an kurslarının ve imam hatiplerin açılması, ezanın istenildiği dilde okunmasına izin verecek şekilde kanunun değiştirilmesi gibi hizmetler milletimiz için çok makbule geçmiştir. Demokrat Parti dönemi din eğitimi ve öğretimi için yeni bir uyanış dönemidir.
Menderes’in İdamının Gizli Sebepleri
27 Mayıs darbesine ve merhum Menderes’in idamına asıl sebep nedir? Burada Menderes’le ilgili onun sözlerinden kaynaklanan üç ayrı iktibas yapıp okuyucularımızın da dikkatlerine sunmak istiyorum. Bunlar din ve vicdan hürriyeti bağlamındadır.
Birinci Menderes hükümeti programında Başvekil Adnan Menderes “İnkılâpların tutanları vardır, tutmayanları vardır. Tutanları millet kabul etmiştir. Dolayısıyla bunlar devam edecektir. Ve bu yolda bu hükümet de üzerine düşen bütün görevleri yerine getirecektir. Ancak tutmayanlara gelince, onları tutturmak selefimiz olan iktidara düşerdi. Onların bunca yıl yapmadıklarını, yapamadıklarını bu hükümet kendisi için bir görev saymayacaktır” demiştir.
İkinci iktibas, 1950’den sonra bir çok yerde merhum Menderes, “En büyük inkılâp, en büyük devrim demokrasi devrimidir. Bu millet böylece rüştünü ispat etmiş oldu” sözlerini sarf etmiştir.
Üçüncüsü ise 1952’de İzmir’de Merhum Menderes, “Türk milleti Müslüman’dır, Müslüman kalacaktır ve Müslümanlığın icaplarını da yerine getirecektir” diye konuşmuştur.
Menderes’in din ve vicdan hürriyeti yolunda attığı bu adımlar sadece bir liberalleşme, sadece hürriyetlerin genişlemesinden ibaret değildir. Bu sözler merhum Menderes’in iç dünyasını da bize yansıtan, onun mü’mince hisleriyle dolu olduğunun ispatıdır.
Bunlar idam kararında yazılmamış, ama Menderes’in kaderi üzerinde de çok etkili olmuştur. Darbeye ve Menderes’in idamına bu sözleri, bu bakışı sebep olmuştur denilebilir.
Menderes’in maddî imar ve hizmetlerin yanı sıra özellikle mânevî hizmetlerde büyük rolü vardır. Dine ve vicdan hürriyetine, din eğitimi ve öğretimine dair hizmetlerin gerçekleşmiş olmasında merhum Menderes’in çok büyük ağırlığı vardır. Bu hususta şahsî ısrarı, gayreti, tâkibi ve inancı vardır.
Bediüzzaman’ın kendisini “İslâm kahramanı” diye takdir etmesinin hakikati budur.
Menderes, İmam-ı Azam’ın Türbesinde Neler Düşündü?
Menderes, Türkiye’nin mutlaka bir Ortadoğu politikası olması gerektiğine inanıyordu. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’den bu politikanın belirlenmesini isterse de sonuç alamaz. Bu arada Mısır büyükelçimizle görüşen ABD Dışişleri Bakanı Dulles’ın “Mısır siyasetiniz nedir?” sorusuna elçinin “Bilmiyorum” diye cevap vermesi bardağı taşıran damla olur. Menderes tam anlamıyla yalnızdır. Dışişleri Bakanlığı’nı kendisi sürüklemek zorundadır. İpleri eline alır ve harekete geçer.
Şu sözler kendisine ait: “Biz Arap komşularımızla dostuz. Eğer bazen bu hisler bir sis perdesi altında gizlenmiş gibi görünmüş ise de bunun geçici sebeplerden ileri geldiğine ve bundan böyle bütün bütün yok olmasının da mukadder bulunduğuna hiç şüphe etmiyoruz.” Araplarla dostluğumuzun arasındaki engellerin kaldırılması kaçınılmazdır ona göre.
Öyleyse ne yapılmalıdır?
Önce İngiltere’nin, ardından da ABD’nin tutumunu yoklayan Başbakan, Ortadoğu gezisine çıkan Dulles’ı, programda yokken Ankara’ya davet eder ve uzun bir görüşme sonunda onu da ikna eder. Menderes, Nasır’a karşı harekete geçmiş ve İngiltere ile ABD’yi de ikna etmiştir. İlk hedef, Irak’la işbirliğidir. 6 Ocak 1955’te Bağdat’a giden Menderes, bir fırsatını bulup Nuri Said Paşa’yla baş başa görüşür. 13 Ocak’ta Türkiye-Irak ortak bildirisi yayınlanır. Uzun zamandır uyuşuk bir dış politika güden Türkiye’nin gösterdiği bu inanılmaz ataklık, İngiltere ve ABD’yi bile şaşırtmıştır. Daha çok şaşıran ise Mısır ve İsrail’dir. İkisi de Türkiye’nin aleyhine döner. Anlaşmayı bozmak için uğraşırlar. İsrail Devlet Başkanı Ben Gurion, şoka girmiştir. Menderes 23 Şubat’ta tekrar gider Bağdat’a ve ertesi gün, Bağdat Paktı haberi, ajanslardan dünyaya yayılmaktadır. İngiltere davet edilir pakta, sonra da ABD. Birincisi girerken, ikincisi dışarıda kalmayı tercih edecektir.
Anlattıklarımızdan çıkarılması gereken sonuç şudur: Türkiye, Atatürk döneminden sonra ilk defa Ortadoğu’da "bir şey" yapmaya çalışmakta, öncülüğü ele almaktadır.
İşte Sebati Ataman’ın aşağıdaki hatırasını bugünlerin gazete sayfalarının arasına koyarak okuyun. Adnan Menderes, Bağdat’ta İmam-ı Azam hazretlerinin türbesini ziyarete gitmiştir. Sonrasını beraber okuyalım: “Dualarımızı okuduk, ayrılacağız. Adnan Bey kımıldamıyor. Öylece kaldı, âdeta murakabeye daldı. Nihayet silkinip kendine geldi. Dışarı çıkarken yanına yaklaştım ve sordum: “Beyefendi, bir murakabeye daldınız, merak ettim, o esnada ne düşündünüz?” Kolumdan tutup bir kenara çekti ve şu cevabı verdi: “Sebati, bu mezarını ziyaret ettiğimiz şahsiyet, burada ve yakın şarkta, bizim memleketimiz de dahil bütün İslam ülkelerinde ebedî olabilecek bir nizam kurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra bu nizam da yıkılmış, darmadağın olmuştur. Şimdiki İslam ülkelerinin vaziyetini görüyorsun. Bu nizamın başka esaslar dahilinde yeniden kurulması, sulh ve sükûnun avdet etmesi lâzımdır. Biz de buraya bunun için geldik.”
Menderes’in sözlerini dinlerken, gözüm yaşlar içinde kalmıştı. Bana “Ağlıyor musun?” diye sordu ve sözlerini sürdürdü: “Ağlama, bu olacak, muhakkak olacak, biz görmeyeceğiz ama torunlarımız muhakkak görecek.”
Sebati Ataman ekliyor: “Menderes çok büyük adamdı.”12
Menderes’e mektuplar yazan, onu ikaz eden Said Nursi’nin Menderes’le mürşit diyalogunu görmekteyiz
Said Nursi’nin Menderes’e ve demokratlara mektuplar göndermesinin esas sebebi, onlara Kur’an’ın bazı “kanun-u esasilerini” hatırlatmaktı. Bu mektuplarında onları doğrudan şeriatı yürürlüğe koymaya çağırmıyordu. Fakat yeni kanunların bu temel prensipler doğrultusunda yapılmasını, yeni politikaların bu yolla belirlenmesini ve mevcut kanunların yine bu yolla uygulanmasını teklif ediyordu.13
Adnan Menderes, dini bütün halkına, özellikle Bediüzzaman ve talebelerine karşı her zaman sıcak hisler beslemiş bir kişi olarak, demokrasinin ülkede yerleşmesini istiyordu. Bu itibarla, dini hizmetlere öncülük edenlere husumet besleyen odaklara pirim vermiyordu. Bir keresinde, Said Nursi’nin Ankara’ ya yaptığı bir ziyareti bahane eden ve bundan dolayı Menderes’e hücum eden İsmet Paşa ile polemiğe girmişti. İnönü ise, “Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz, öyle zaman gelecek ki sizi ben bile kurtaramayacağım” sözlerini bu esnasında sarf edip tarihe geçirmişti.
Bediüzzaman’ın ve diğer dindar halk tabakalarının DP’ye destek vermesinden rahatsız olan, Halk Partisi’ne yakın, devlette yuvalanmış bürokrat ve küçük memurlar, DP anlayışının hilafına, din hizmeti yapanlara ve özellikle Nur Talebelerine karşı eski alışkanlıklarını devam ettirebilmekte idiler.
Ancak Bediüzzaman ve yakınında bulunan talebelerinin, kendi zaviyelerinden iktidara bir takım tavsiyelerde bulundukları bilinmektedir. Bu tavsiyeler şöyle özetlenebilir: Şeâir-i İslamiyenin önünü açan Demokratların hem mevkilerini korumanın, hem de vatan ve milletini memnun etmenin yegâne çaresi olarak “ittihad-ı İslam” anlayışını kendilerine dayanak yapmalıdırlar. Ayrıca uluslararası konjonktürün de bunu gerektirdiği, bunun batılı büyük devletlerin de işine gelebileceği, zira ateizm ve materyalizmden herkesin zarar görebileceğinden dolayı İslam birliği anlayışına eskisi gibi husumetin olamayacağı görülmektedir. Bu vatanı yabancı istilasına karşı koruyabilecek yegane dayanak da İslam anlayışıdır. Demokratlar, ülkeyi komünistlik ve masonluğun etkisinden bu sayede çıkarabilirler. Ezanı aslî şekliyle okumanın serbest bırakılmasından dolayı milletin gerçek anlamda desteğini kazanan Demokratların, dindarların zararına olabilecek bazı icraatlarda bulunarak bu kuvvetlerini kaybetmemeleri gerekmektedir. İçlerine sızan istibdat yanlısı bazı şahıslara dikkat edip bunların demokrat camiaya zarar vermesi önlenmelidir.
Bediüzzaman, vatana ve millete en ziyade hizmeti yapabileceklerinden dolayı Demokratların desteklenmesi gerektiğinin altını sürekli çizmiştir. Cazibeli olan milliyetçi ve modernist partilere karşı bu partinin, nokta-i istinat olarak İslamî değerlere sahip çıkmasının bir mecburiyet olduğunu, aksi halde birçok yanlışın faturasının, birçok yalanlarla Demokratlara yükleneceğini haber vererek, adeta 27 Mayıs darbesinin fotokopisini şu ifadelerle nazara vermektedir: “Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavi hissettim. Ve İslamiyet namına telaş ediyorum.”14
Bu ikazların yapılmasından sonra, fazla bir zaman geçmeden halkın destek verdiği bir meclis ve iktidar süngüyle ezdirildi. Böylece milletin iradesi, millet nam ve hesabına ortadan kaldırılmış oldu. Ülke ikiye bölünmüş ve bir taraf acılara gark olurken bir taraf eğleniyordu. Yani, Türkiye’nin ve Türk milletinin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri gerçekleşmiş oldu. Birileri ideolojik kinlerini tatmin edip iktidarlarını pekiştirdiler, şüphesiz; ancak, DP’nin artı ve eksileriyle yaptığı hamlelerin önü kesilerek bütün bir milletin geleceğine müdahale edilmiş oldu.
1960 ihtilalinin Bediüzzaman’ın tabiri ile “Halkçıların ırkçıları elde ederek, memleketi felakete sürüklediği” bir gerçektir. Bu tahripçiler 80 yıldır devam ettirdiklerini muhafaza etmeye çalışıyorlar. Dünyadaki, Türkiye’deki gelişmeler ve manevi müjdeler bize gösteriyor ki, bu tür hareketler başarılı olamayacaklardır. Bu tür hareketlerin içinde olanlar milletin iradesine saygı göstermeyi öğreneceklerdir.
Bediüzzaman gelecekle ilgili bunun müjdesini vermiştir.
“Ey benden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş sessizce nurun sözünü dinleyen ve gaybi bir nazarla bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Tahirler, Yusuflar, Ahmetler... sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız. ‘sadakte-doğru söylediniz’ deyiniz, böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım varsın beni dinlemesinler, tarih denen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin için konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz, şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz; mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit mezarımıza uğrayınız, o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız, kapıcıya tembih edeceğiz, bizi çağırınız, mezarımızdan ‘henien leküm-helal olsun’ sesini işiteceksiniz…15
Bediüzzaman’ın, güncelliği, geleceği kuşatma kapasitesi ve uygulanabilirliği açısından yaptığı uyarılara bakıldığında bugün hâlâ iktidarlarımızın muktedir olamadığı, siyasi iradenin, kamu erkinin statükosu karşısında toplumun değer sistemini inşa etmede zayıf kaldığı bir gerçektir. Aşağıdaki tespitleri buna işaret etmektedir:
“Özünde jakoben siyasi dönemin çerçevelerine dokunulamaması, çerçeve içine yerleştirilmiş devlet aygıtlarının toplumu kıskaca alması olduğu bilinmesine rağmen, darbelerin hızarından geçmiş siyasetçiler, yasama gücünü kullanarak yapısal çözümleri gerçekleştirme heyecanını ve kararlılığını gösteremedikleri gibi, ürkek bir psikolojinin gölgesi altında, reel politik bir sürecin algı fukaralığı içerisinde kalmışlardır. Bunun birinci derecede sorumlusu darbeler olsa da, siyasetin dirayetli olamaması da not düşülecek bir husustur.
“Bugün de hâlâ geçerliliğini koruyan sivil, demokratik, toplumsal refleksleri güçlü, hesap verebilen, şeffaf, katılımcı, toplumun üretim ve girişim potansiyelini harekete geçirebilecek sivil bir duruş ve yapısal çözümlerin bir zaruret haline gelmiş olmasıdır. Bu özellikleri taşımayan bir cumhuriyet etrafında şekillenen bir diktatörlük öbeğinin darbe yasalarıyla toplumu dizayn etme çabaları, çatışma üretmektedir. Yaşanan çatışmaların ve enerji kayıplarının özüne inildiğinde; Bediüzzaman’ın Menderes’in şahsında, millet ve İslamiyet adına endişe ettiği konular ile yol gösterici ikazları, geçerliliğini korumaktadır.”16
Sonuç olarak şunları ifade etmek mümkündür: Bediüzzaman, her şeyden önce eşya ve hadisenin açıklamasını iman mefhumunda aramış ve bunu yaşadığı asrın idrakine büyük bir başarı ile kazandırmıştır. İman ile aklın telif ve terkibini yapmak Bediüzzaman’ın çağımıza yönelik en belirgin misyonudur. Bediüzzaman, İslam’ın bütün şeairlerine hassasiyetle sahip çıkmıştır. Ülkeyi idare edenlerden de aynı hassasiyeti göstermelerini istemiştir. Adnan Menderes, İslamiyet’in en önemli şeairinden ezanı aslına çevirdiği ve dini hassasiyetlere sahip çıktığı için, Bediüzzaman’ın “İslâm kahramanı” teveccühüne mazhar olmuştur.
Öz
Bediüzzaman’ın Menderes’e neden İslam kahramanı dediği merak edilen bir husustur. Bu sorunun cevabını iyi anlamak için Menderes dönemi öncesi alınan kararlar ve uygulamalar ile Menderes döneminde alınan kararlar ve uygulamalara bakmak gerekir. Bu karşılaştırmada her iki dönem arasındaki dine yaklaşım ve laikliğin uygulanması farklılıkları konuya açıklık kazandıracaktır. Bu yazıda bu karşılaştırmalar yapılarak Menderes’e İslam kahramanı denilme nedenleri araştırılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: İslam kahramanı, Menderes, Demokrat Parti, laiklik, ezan
Abstract
It is matter of curiosity why Bediuzzaman called Menderes “Hero of Islam”. To understand the answer of this question better, it is necessary to analyse the decisions and practices preceding and during the period of Menderes. The differences in the approaches towards religion and the practices of secularism between these two the periods will clarify the subject. In this article, with comparisons, the reasons why Menderes was called “Hero of Islam” are examined.
Key Words: “Hero of Islam”, Menderes, Democratic Party, secularism, call to prayer
Dipnotlar
1. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İst., 1969, s. 393.
2. Mümtaz’er Türköne, “Türk Siyasetinin Eskimeyen Kilidi” Türkiye Günlüğü, Sayı: 21, Kış 1992.
3. Sebilürreşad, III-65, Kasım 1949.
4. Davut Dursun, Dine Müdahale Aracı Olarak Laiklik , KÖPRÜ, 1995 Yaz, Sayı. 51.
5. A. Afet İnan, Medeni Bilgiler, TTK, Ankara 1988, s. 364-368.
6. Geniş bilgi için bkz.; Demokrat Parti’nin İktisat Politikası (1950-1954) Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000
7. Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2008, s. 765.
8. A.g.e., s. 759.
9. A.g.e., s. 860.
10. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s. 869.
11. Köprü, Eylül 1986, Sayı: 102.
12. Mustafa Armağan, 14 Haziran 2009, Pazar, Zaman.
13. Weld Mary F., Bediüzzaman Said Nursi Entelektüel Biyografisi, Etkileşim Yayınları, 2006, İstanbul.
14. Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, 2008, s, 746-748.
15. Said Nursi, Münazarat, İst. 1994, s. 55.
16.İsmail Benek “Said Nursi’den Menderes’e Mesajlar” Demokrasi Platformu Dergisi, Bahar 2010.
Kaynak: http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=1084
****
Asılan Menderes Değil, Milletin Değerleriydi
Aslında asılan Adnan Menderes değildi. Asılan milletin gücüydü. Asılan milletin değerleriydi. Asılan milletin ta kendisiydi. Ülkemizde zaman zaman perde arkasında aynı senaryo uygulanmaya çalışılıyor.
Mehmet Abidin KARTAL 
Asılan Menderes değil, milletin değerleriydi…
Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar Türkiye’de çok şeyler yapıldığını söylerler. Sayısı çok olmamakla beraber fabrikalar ve demiryolları yapılmıştır.
1923-1950 döneminde Türkiye’yi Cumhuriyet Halk Partisi yönetmiştir. Bırakınız üretim yapmayı, hele ihracat yapmayı, bir şehirden diğerine mal götürmek bile zordu. Jandarma her şeydi. Geliri olmayandan vergi toplanır, vermeyenlere ceza yağardı. İslâmiyet zümrüdü anka kuşuna dönmüştü, adı var kendisi yoktu. Kur’ân bile toplatılan kitaplar arasındaydı. Avrupa’da fabrikalar, atölyeler, laboratuarlar açılırken, bizde kahveler, meyhaneler ve barlar açılırdı. Bizde çağdaşlık, köy enstitülerinde kızlarla erkeklerin beraber okutulmasında ve bu okullara dinle ilgili herhangi bir şeyin girmemesinde aranmıştı. Müslüman’ın dinini öğrenmesi, anlaması, yaşaması yasaktı….
14 Mayıs 1950 bu yasaklara, bu yasakları yapanlara ‘hayır’ demekti. Adnan Menderes’in Demokrat Partisi 69’a karşı 408 milletvekili çıkararak, CHP’ye tarihî bir ders verdi. Bu öyle bir dersti ki, CHP zihniyeti bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi.
Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için de, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor, milletin istediği işler yapılmaya başlıyordu.
Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında 18 yıllık aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’ân okunmasına başlanmıştı.
Vatandaşların, dinlerini gereği gibi yaşamaları artık büyük ölçüde mümkün oluyordu. Kur’ân derslerine kadar uzanan yasaklamalar kalkmış, kimse başörtüsü yüzünden sokak ortasında polis hücumuna uğramaz olmuş, okullarda din dersi okutulmaya başlanmıştı. Halk Partisinin sattığı 800 camiye karşı, DP iktidarının ilk yedi yılında 1500 cami inşa edilmiş, camilere ayrılan bütçe ödeneği arttırılmış, viran kalmış camilere tamir yardımı yapılmıştır. İmam Hatip okulu sayısı 19’a çıkarılmış, cumhuriyet tarihinde ilk defa bir Yüksek İslâm Enstitüsü açılmıştı. Dinî yayıncılık serbest bırakılmıştı.
Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti Müslüman dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Bunun için, ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, “İslâm kahramanıdır”. Çünkü, ezanın hikmeti sadece Müslümanları namaza çağırmak değildir. Onun yanında bütün insanlık namına, insanlığın ve kâinatın yaradılışının büyük neticesi olan tevhid ve rububiyete karşı, ubudiyetin izahına vesiledir. Bunun yerini de ezandaki mübarek ifadelerden başka hiçbir şey tutamaz.
Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu, ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde
refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.
Menderes 13 Nisan 1949’da yapılan Aydın il kongresinde üyelerden biri “Sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olmaz” derken, Menderes’in cevabı, “Ben aksini söyleyeceğim, Hürriyetin olduğu yerde sefalet olmaz” idi. Böylece CHP iktidarında temel hak ve hürriyetlere getirilen kısıtlamalara karşı çıkılmıştır.
Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı…
Menderes dönemi gerçeğinin rakamlardaki ifadesi ise gözler kamaştırıyordu. Cumhuriyetin ilk 27 yılında en fazla % 3’lerde ve genel ortalama % 2’lerde kalan büyüme hızı, DP ile birlikte % 12’lere fırlamıştı. Ülke, CHP’nin 20 senede getirdiği yere, DP’nin dört senesinde gelmişti. Bu devirde ülke çapında bir imar ihtilâli yaşanıyordu. Tarım ve sanayide, eğitimde, sağlıkta büyük yatırımlar, temel altyapı yatırımları yapılıyordu. Büyük hidroelektrik santralleri, liman inşaatları, sulama tesisleri, şehir içinde, şehirler arasında, köylerde karayolu yapımına bu dönemde büyük önem verilmiştir. Köylü cebine para girince, yapılan yollarla şehre, kasabaya giderek sosyal ve ekonomik hayatında olumlu değişiklikler yaşamıştır.
Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık, Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir. (Geniş bilgi: Demokrat Partinin İktisat Politikası [1950-1954] Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000)
DP Türk tarihinde, köylerdeki fakirlik ve cehalet fasit dairesini kırmayı başarmış ilk siyasî partidir. Uyguladığı ekonomi politikası sonucu kalkınma hamlesini köylere kadar götürebilmiş en başarılı ilk Türk hükümetidir.
Bu başarılı hükümet bazı çevrelerce hazmedilemedi. 27 Mayıs 1960’da Başkanlığını Orgeneral Cemal Gürsel’in yaptığı Millî Birlik Komitesi, Demokrat Parti iktidarını devirip yönetime el koydu.
İhtilâlden sonra ABD Cumhurbaşkanı Dwight Eisenhower’in, MBK başkanı, Devlet başkanı, Başbakan ve Millî Savunma Bakanı Cemal Gürsel’e hareketten duyduğu memnuniyeti bildiren bir dostluk ve kutlama mesajı göndermesi düşündürücüydü… Yine ABD’nin ihtilâlden kısa bir süre sonra, Türkiye’ye 400 milyon dolarlık yardımda bulunması da, ihtilâldeki CIA parmağı ise 21 Ocak 1972 tarihli The Daily Telegraph’ta açıklanacaktı. O günkü Türk hükümetinin bu iddiayı yalanlayacağı yerde, ilgili gazete nüshasının yurda girişini yasaklaması ise, bu açıklama karşısında tereddüde mahal bırakmıyordu…
Diğer taraftan, Sovyetler Birliği de Menderes yönetiminden memnun değildi. Sovyetlerin Türkiye üzerindeki emelleri 1940’ların ortalarında dile getirilmişti ve Türkiye’nin 1952’ de NATO’ya dahil olması bu emelleri suya düşürmüştü. Yurttaki komünist faaliyetlere set çekilmesi, Moskova’nın hoşuna gitmiyordu. 1957 seçimleri sırasında Moskova Radyosu Türk halkını CHP’ye oy vermeye çağırmıştı. Komünist Bizim Radyo da, ihtilâli “27 Mayıs hareketi Bayar-Menderes faşist diktatörlüğünü devirdi” diye haber veriyordu. (Köprü, Eylül, 1986)
27 Mayıs, istikrarlı ve sağlıklı bir siyasî bünyenin gelişmesine, güçlü, rasyonel ve çevik bir devlet cihazının kurumlaşmasına da engel olmuştur. Demokrasiyi tahrip etmiş, siyasî kimlikleri yok etmiş ve sivil siyasî aktörlere duyulan güveni mesnetsiz bırakmıştır. Sürekli düşmanlardan bahsetmek, topluma korku salmak geleneği de 27 Mayıs’ın bakiyesidir
Menderes’in infazının öğleden sonra saat 14:26’da tamamlanmasından sonra, bir fırtına koptu, gelen gök gürültüsünün ardından yağan şiddetli yağmur, herkese kendisini ülkesine adamış bir büyük devlet adamının tertemiz ruhunun rahmeti
olduğunu düşündürdü.
Her yıl 17 Eylülde, Adnan Menderes ve iki arkadaşının darağacına çıktıkları hatırlıyoruz. Bu idamların açık bir hukuksuzluğun eseri olduğunu bugün artık herkes kabul ediyor. Merhum Adnan Menderes ve arkadaşlarının itibarı, anıt mezara nakilleri ile fiilen iade edildi ve tarihî bir haksızlığın maşeri vicdanda mahkûmiyeti tescil edilmiş oldu; idam edenleri suçlu olarak kayda geçirmiş olduk. Ama, aktüel gelişmeler 27 Mayıs ile hesaplaşmanın hâlâ devam ettiğini gösteriyor.
Neydi Menderes’in suçu? Menderes geldi, “Yeter! Söz milletin!” dedi. Ezanı aslına çevirdi. Milleti sürü olmaktan kurtardı. Milletle devleti barıştırdı. Sen misin millete gücünü ve asaletini hatırlatan! Sen misin sözün millette olduğunu söyleyen! Sen misin ezanı aslına çeviren! Haydi darağacına! Senin asıl suçun, bu ülkede millete millet olduğunu hatırlatmak ve ona özgüven aşılamaktır. Onun sevgisini kazanmaktır. Bebek-Köpek davası mı? Bunlar prosedür gereği. Hani, “Siz asın, gerekçesi arkadan gelir” misali. Aslında asılan Adnan Menderes değildi. Asılan milletin gücüydü. Asılan milletin değerleriydi. Asılan milletin ta kendisiydi. Ülkemizde zaman zaman perde arkasında aynı senaryo uygulanmaya çalışılıyor. Gezi olayları ve sonrasında yapılan, yapılmaya devam eden olayların hedefi aynıdır.
Siyasi tarihimizdeki acı olayların yaşanmaması için, halkın demokrasiyi kararlı ve şuurlu bir şekilde savunması, müdahalelere, her türlü vesayete de teslim olmaması gerekiyor. Demokrasinin temeli, sözde, kararda milletindir. İdareciler milletin hizmetkarıdır. Devlet millete hizmet için vardır.
Müdahalelere, her türlü vesayete de teslim olunmaması ülkenin istikrarı için birinci şarttır diyebiliriz. İstikrar geminin denizde rotası istikametinde ilerlemesi demektir. Gemidekiler geminin rotası ile oynamamalıdırlar, geminin dibini delmemelidirler. Gemi batarsa herkes boğulur. Gemiyi batırmaya çalışanlara fırsat verilmemelidir.  İstikrarın devamı için toplumun her kesimine görevler düşmektedir. Muhalefet yapıcı, yol gösterici, hükümet ise şeffaf ve hesap verme iradesini ön plana çıkarmalıdır.
Mehmet Abidin Kartal

11 Haziran 2014 Çarşamba

27 MAYIS DARBESİ VE MASONLAR; Yakup MUSA (İncelenmesi, irdelenmesi, yorumlanması ve değerlendirilmesi içindir)

27 MAYIS DARBESİ VE MASONLAR
Yakup MUSA
          Adnan MENDERES’in başkanlığında kurulmuş olan tüm hükümetlerde çoğunluğun masonlardan oluşmakta olduğunu, Masonların Bakanlar Kurulu’nda büyük çoğunluğa sahip olduklarını görüyoruz.
             22 MAYIS 1950-09 MART 1951 yılları arasında kurulan ilk hükümette 18 bakanlıktan 13’ünün masonlardan oluştuğunu, önemli, kritik bakanlıkları ele geçirdiklerini görüyoruz.
Çoğunluğu masonlardan oluşan Demokrat Parti (DP) Hükümeti 25 TEMMUZ 1950 tarihinde KORE’ye asker gönderme kararı almış, asker gönderme kararı mecliste görüşülmemiş, karara bağlanmamış, onaylanmamıştır.
            MENDERES Hükümeti zamanında 28 OCAK 1951 tarihinde “Türkiye Büyük Mahfili” kurularak İSTANBUL, ANKARA ve İZMİR’deki masonlar bir merkeze bağlanmıştır.
            09 MART 1951-17 MAYIS 1954 yılları arasında kurulan ikinci hükümette 19 bakanlıktan16’sının masonlardan oluştuğunu, yine önemli bakanlıkları ele geçirdiklerini görüyoruz.
            1952 senesinde ABD ile olan ilişkiler kayıtsız şartsız işbirliği durumuna getirildi. 
Masonların hükümette ve parti içerisinde artan güçleri, parti yönetiminde oldukça etkili olmaları, partiyi yönlendirmeleri DP milletvekilleri arasında huzursuzluğa yol açmaktaydı.
ABD ile ilişkilerde; bilgi verip onayını almadan siyaset, hareket edilemez hale gelinmişti.  
Bu dönem MENDERES Hükümetinde; Türk Halkının eğitilmesi, devrimlerin pekiştirilmesi, çağdaşlaşma yolunda önemli adımlar atılmasını sağlayan Halkevleri 1932 tarihinde ATATÜRK tarafından açılmıştı. Pek çok sosyal faaliyetin, etkinliklerin güzel sanatların işlendiği bu eğitici kurumlar ABD’den gelen baskılar, masonlarında etkisiyle 1951 tarihinde hükümetçe kapatıldı.
            17 MAYIS 1954-09 ARALIK 1955 tarihleri arasında kurulan üçüncü MENDERES Hükümetinde de 16 bakandan 12’sinin masonlardan oluştuğunu, daha önceki hükümetlerde olduğu gibi yine en önemli bakanlıkların masonların eline geçtiğini, masonlar hükümeti olduğunu görüyoruz.
           MENDERES’in 29 KASIM 1955 tarihinde DP Meclis Grubunda yapmış olduğu konuşma oldukça ilginçtir.
           “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz.”
           Ülkedeki eğitim durumunun oldukça kötü bulunduğu Cumhuriyetin ilk yıllarında köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek amacıyla 1940 yılında Köy Enstitüleri açılmaya başlamıştı. Pek çok yazarlar, aydınlar bu enstitülerde yetişmiş, ülke kültürünün gelişmesinde etkileri olmuştur. İsmet İNÖNÜ Sovyetler Birliği’nin kendisinden KARS, ARTVİN ve ARDAHAN’ı istemiş olduğu bahanesiyle ABD’den askeri ve ekonomik yardım istemiştir. ABD Truman Doktrini kapsamında yardımı kabul etmiş, şart olarak da; demokrasiye geçilmesini, 5 Yıllık Kalkınma Planları’nın iptal edilmesini, Köy Enstitüleri’nin kapatılması şartlarını koşmuştur. Milli Şef İNÖNÜ Köy Enstitülerini kapatmamış ama devlet okullarına dönüştürmüştür. Mevcut durumda işlevlerini yitiren Köy Enstitüleri 1954 yılında MENDERES Hükümeti tarafından tabi ki masonların istekleri doğrultusunda tamamen kapatılmıştır.
09 ARALIK 1955-25 KASIM 1957 tarihleri arasında dördüncü MENDERES Hükümetinde önceki bakanlık dağılımlarında olduğu gibi 17 bakandan 11’nin masonlardan oluştuğunu,  yine en önemli bakanlıkların masonların eline geçtiğini, masonların hükümete yine hâkim olduğunu görüyoruz.
Bu dönem MENDERES Hükümeti’nin 1956 tarihinde ABD ile “Tarım Ürünleri Anlaşması”nı imzalamıştır. Bir tarım ve hayvancılık ülkesi olan TÜRKİYE, anlaşma gereği ABD’den buğday, mısır, arpa, konserve, dondurulmuş et, sığır eti, soya yağı, don yağı alacaktı. TÜRKİYE’de üretilen bu ürünler neden dışarıya dolar verilerek alınmak ihtiyacı duyulmuştu? Bu durumdan ülke iç rekabetinin bozulacağı,  tarım, hayvancılığımızın zarar göreceği düşünülmemiş miydi? Yoksa bu durum görülmesine rağmen ABD’ye tam biat politikasının bir gereği için mi yapılmıştı? İmzalanan anlaşma maddeleri gereği ülke ihracatımız ABD tarafından denetleneceği, yani ihraç edeceğimiz tarım ürünlerimiz için ABD’den izin ve onay alınacağıdır(!) Anlaşma maddeleri arasında; kendi ürünlerimiz yerine ABD ürünlerini öveceğimiz, tercih edeceğimiz gibi tamamen bir devlet bağımsızlığına ters düşen, müstemleke devlet durumunda kabul edilecek bir teslim anlaşması yine MENDERES Hükümeti zamanında imzalanmıştır.
25 KASIM 1957-27 MAYIS 1960 tarihleri arasında beşinci MENDERES Hükümetinde önceki bakanlık dağılımlarında olduğu gibi 19 bakandan 14’dünün masonlardan oluştuğunu,  yine en önemli bakanlıkların masonların eline geçtiğini, masonların hükümete hakim olmaya devam ettiğini görüyoruz.
MENDERES’in ABD’ye olan yakın ilişkileri kendisini ihtilalden kurtaramamıştır. Hükümetleri döneminde TÜRKİYE’de 65 ABD üssü bulunmaktaydı. Bu ilişki ABD ile sınırlı olmayıp İsrail ile de yakın ilişkiler kurulmuştur. Tabi bu ilişkilerin kurulması ABD’nin bilgisi dâhilinde olup, DP bütün siyasetini ABD’nin olurunu almadan gerçekleştiremez hale gelmişti. Bu bağ TÜRKİYE ile İsrail arasında İsrail devletinin ilk kurucusu  ve ilk başkanı  David Ben GURİON  ile 29 AĞUSTOS 1958 tarihinde yapılan gizli anlaşmaya kadar varmıştı. 1958 yılında yapılan gizli anlaşma ile Türk ve İsrail orduları SURİYE’ye ve diğer Arap ülkelerine karşı savaş planı bile hazırlamışlardı. Bu plan İsrail ile yapmış olduğumuz ilk ortak plandır ve takip eden hükümetlerce diğer antlaşmalara imzalar takip etmiştir.
MENDERES’in 1958 senesi başlarında güçlenmeye başlayan CHP’ye karşı eylemlerde bulunmak, bu güçlenmeyi engellemek, iktidarını daha millici olduğunu kanıtlamak için halkı, seçmenleri Vatan Cephesi safında toplanmaya çağırmış, kısa sürede ülke çapında örgütlenme sağlanmıştır. Her gün haber saatinden önce Vatan Cephesi’ne katılanların isimleri okunmaya başlar. Bu listede çoktan ölüp gitmiş olanların bile ismi geçen vardı. Sakıncalı, kamplaşmaya neden olacak, bölücü bir hareket olan bu girişim halkı ikiye, kamplara ayırmıştı. İşin üzücü tarafı bu girişim partide kabul görmüş, karşı çıkanlar olmamıştı. Partide hâkim olan mason kesimin etkisiyle bu uygulama sürdürülmüştür.
Yine baskıyı artıran, bir diktatör uygulaması sayılabilecek, üyeleri DP milletvekillerinden oluşan“Tahkikat Komisyonu” kurulmuştur.
Komisyonun görevi; muhalefet ve basını soruşturmak, hakkında yapılan iddiaları değerlendirmek, siyasi faaliyet, toplantı, mitingleri yasaklamak, her türlü yayın, yayın organlarının basım ve dağıtımını durdurmak, kendilerince önem arz eden belgelere el koymak, ayrıca komisyonun belge aradığı evleri ve kurumları “izinsiz arama yetkisi” bulunmakta, almış olduğu kararlar kesin olup itiraz hakkı da bulunmamaktadır… Hükümet tüm iletişim araçlarından yararlanabileceği gibi komisyonun yetki ve salahiyetleri incelendiğinde,demokrasiye uymayan bir yargı üstünde hükümeti koruyan kollayan bir kurum kurulduğunu görmekteyiz.
Milliyetçi oldukları iddiasında bulunan 27 MAYIS ihtilalcileri MENDERES Hükümeti gibi onlarda hükümetlerinde masonlara yer vermiş, NATO, CENTO’ya bağlılıklarını sürdürmüşler, İsrail ile yakınlaşmaları da devam etmiştir.
31 TEMMUZ 1959 tarihinde masonların hâkim olduğu MENDERES Hükümeti şimdiki Avrupa Birliği’nin o zamanki kuruluşu olan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)na başvuruda bulunmuştur. ABD ile yapılan antlaşma gereği bu başvuruda da ABD’den izin alınmıştır. Yapılan başvuru diğer öteki alınan kararlar gibi yine TBMM’ye getirilmemiş, onay alınmamış, muhalefette bulunan CHP’ye de bilgi verilmemiştir.
Bu dönemde mali yönden oldukça sıkışan hükümet ABD’den borç para isteğinde bulunmuş, ABD MENDERES Hükümeti’ni bir Siyonist kuruluş olan IMF’ye yönlendirmiştir. ABD’den    31 TEMMUZ 1958 tarihinde yüksek faizle borç alınmış, ABD’nin dayattığı ve halen günümüze kadar gelen kemer sıkma politikaları MENDERES Hükümeti ile TÜRKİYE’ye girmiş bulunmaktadır.
            MENDERES Hükümeti dönemlerinin icraatlerini genel olarak incelemeye devam edersek;
01 KASIM 1949 tarihinde “Türkiye Masonları Derneği Yardım Sandığı” kurulduğunu bu kuruluş sayesinde masonlar arasında ekonomik yardımlaşma imkanı sağlandığını görmekteyiz.     1948-1949 tarihleri arasında on mason locası daha faaliyete geçti. Bunların yedisi İSTANBUL’da, ikisi ANKARA’da ve biri de İZMİR’de açılmıştı. DP iktidarı da masonların hızla yükselişini engelleyemedi. Sadece başkent ANKARA’da altı yeni loca bu dönemde açıldı. 1951 yılında Türk Mason Dergisi yayınlanmaya başlandı. Bunun ile masonlar arasındaki iletişim kopukluğu büyük ölçüde önlendi.
28 OCAK 1951 tarihinde Türkiye Büyük Mahfili kurularak İSTANBUL, ANKARA ve İZMİR’deki tüm localar bir merkeze bağlandı. 12 AĞUSTOS 1955 tarihinde ANKARA mahfillerinin imzası ile ANKARA’da “Türkiye Büyük Locası”nın kuruluşuna dair dilekçe ANKARA Valiliğine verildi. Türkiye Büyük Locası’nın kuruluşunun hemen ardından TÜRKİYE çapında tüm localar buna katılmaya çağrıldı. Türkiye Büyük Locasının başına Üstat Mason Ahmet Salih KORUR getirildi. Uzun süren tartışmalar sonunda TÜRKİYE masonları aralarındaki ihtilafları gidererek, 01 NİSAN 1957’de hazırlanan projeyi imzaladılar ve bu tarihten itibaren TÜRKİYE masonları “Hür ve Kabul Edilmiş Türk Masonlarının Türkiye Büyük Locası” adı altında bir araya geldiler.
1950 yıllarının başlarında aydın kesim masonlara cephe almaya başlamıştı. Kitap ve dergilerde sık sık masonların iç yüzünü deşifre eden yazılar yayınlanıyordu. DP TOKAT Milletvekili Ahmet GÜRKAN, 29 OCAK 1951 yılında TBMM’ye bir kanun teklifi sunarak, mason localarının kapatılmasını gündeme getirdi. Teklifte, masonik kuruluşların kökenlerinin dışarıda olduğu ve milli ve manevi değerleri ayaklar altına almak istedikleri tespitinde bulunuldu. Aynı tespit ATATÜRK tarafından da yapılmıştır.
“Masonluk beynelmilel bir teşkilattır ve kökü dışarıdadır. Cemiyete mensup bir mason birçok kere kendi milletinin, vatandaşının ve kendi dininin aleyhine karar ve hareketlere iştirak etmektedir. Masonlar cemiyetlerinin veya kendilerinin menfaati uğruna bütün mukaddes bilinen şeyleri ayaklar altına almaktan çekinmezler.”
Kanun teklifi 157’ye karşı 58 oyla reddedildi. Ret kararı masonlar tarafından büyük bir olay olarak karşılandı. 1956 yılında Türkiye Büyük Locası’nı yurt dışında tanıtma faaliyetlerine hız verildi. Bu faaliyetlere ilk olumlu cevap Hollanda Büyük Loca’sından geldi. Bunu ABD’de faaliyet gösteren Kansas Büyük Loca’sı izledi. 1958 yılında Türkiye Büyük Locası Büyük Katipliği’ne getirilen ve hakkında çeşitli yolsuzluk söylentileri bulunan Enver Nejdet EGERAN, dış dünya ile bağlantılarını kullanarak Türk masonluğunu dünya açılımına yönelik “başarılı” faaliyetler kapsamında gösterdi. Yine bu dönemde İngiltere Büyük Locası ile TÜRKİYE masonları arasında yıllardır devam eden anlaşmazlıklar giderildi.
DP bünyesindeki masonlar parti içinde büyük rahatsızlık uyandırmaktaydı. Özellikle halk tabanında kulaktan kulağa dolaşan söylentiler, DP içindeki muhafazakar milletvekillerini oldukça rahatsız ediyordu. DP AFYON milletvekili Gazi YİĞİTBAŞI, tabandan gelen bu baskılara dayanamayarak Genel Başkan Adnan MENDERES’e sözlü bir soru önergesi sundu:
“Demokrat Parti Hükümetinin İktisat Vekili yüksek dereceli mason olan Zühtü Hilmi VELİBEŞE, DP’ye mensup birçok milletvekilini mason olmaları için telkin, tazyik altında tutmaktadır. Bunların büyük kısmı mason derneklerine kaydolmak için müracaat etmişlerdir. Hatta bu konuda gazetelerde haberler intişar etmiştir. Masonluk, beynelmilelci, gizli, zararlı ve kökü dışarıda bir cemiyettir. Bu cemiyet, Allah, din ve vatan gibi mukaddes değerleri tanımaz.TÜRKİYE Cumhuriyetinin % 98’i Müslümandır. Mebuslarımızın da kahir ekseriyeti Müslümandır. Bunların masonluğa intisablarının halk arasında duyulması, partimiz ve hükümetimiz için memnuniyetsizlik doğmasına sebep olacaktır. Bu sözlü soruyu mebuslarımızı bu şaibeden kurtarmak için verdim. Başvekilden mason cemiyetlerinin faaliyetlerinin devamına hükümetimizce müsaade edilip edilmeyeceğini de öğrenmek istiyorum. Yapılan neşriyat doğru değilse mebuslarımızı ve partiyi halk nazarında kötüleyen bu haberlerin sahipleri hakkında ne gibi bir muamele yapılacağının da açıklanmasını isterim”
YİĞİTBAŞI’nın MENDERES’e yapmış olduğu ve DP’lilerin hiç alışık olmadığı bu çıkış aslındaparti içerisinde masonluğun önü alınamaz bir duruma geldiğini gösteriyordu. Dahiliye Vekili Halil ÖZYÖRÜK’ün verdiği cevap masonların parti içinde ne kadar güçlü olduğunu doğruluyordu:
“Mason derneği, Cemiyetler Kanunu’na göre kurulmuştur. Kökü dışarıda olduğuna dair malumat bulunmadığı için”
            27 MAYIS darbesinde masonların etkisi yıllardır tartışılmaktadır. MENDERES Hükümetleri döneminde yine de çok fazla ön plana çıkamayan masonlar, 27 MAYIS askeri darbesinden sonra kurulan Milli Birlik Komitesi (MBK)nin en etkili komutanı Orgeneral Fahri ÖZDİLEK masondur. Yine MBK üyesi olan Kurmay Albay Ertuğrul ALATLI ve darbeden sonra İSTANBUL Valiliğine atanan Orgeneral Refik TULGA ve yine 27 MAYIS’la İSTANBUL Belediye Başkanlığı’na atanan Korgeneral Şefik HÜSNÜ de masondur. Darbeden sonra oluşturulan kabinede 14 mason bulunmaktadır.
27 MAYIS darbesi komutanları Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT)nı Demokrat Partililerden arındırmak üzere temizliğe başladılar. Darbecilere göre devletin her kurumunda yuvalanmış Demokrat Partilileri de MİT’ten temizlediler. Ama başta MİT olmak üzere devletin tüm kurumlarında yerleşmiş CIA ajanlarına nedense dokunmadılar. MBK Hükümeti önce Kurmay Albay Naci ASUTAY dan sonra yerine Tümgeneral Naci AŞKUN’u da MİT’in başına getirdiler. Ama tüm darbeciler gibi Tümg. Naci AŞKUN da MİT içindeki CIA ajanlarına dokunmamıştır. İhtilalden sonra kurulan üç koalisyon hükümetinde de İsmet İNÖNÜ de CIA ajanlarına engel olamamış, devlet kurumlarından tasfiye edememiştir.
Yazımızdan da anlaşılacağı gibi MENDERES’in çevresindeki etkili masonların menfi etkisiyle devletin siyasi ve ekonomik durumu çıkmaza girmiş, oldukça olumsuz durumda olan maliyeye kaynak bulabilmek için yaptığı ABD ziyareti hüsranla sonuçlanmış, ABD’nin gerçek yüzünü gören MENDERES’in SSCB’ye yakınlaşması, ABD politikalarını gözden geçirmesi, geç de olsa ABD (İsrail) çizgisinden  uzaklaşma girişimleri darbeyi, müdahaleyi kaçınılmaz kılmıştır. Gerçekleştirilen darbe ile TÜRKİYE her darbelerde olduğu gibi ABD (İsrail) çizgisine çekilmiştir.  Gerçek olan şudur ki;27 MAYIS tamamen bir ABD (İsrail) darbesidir.
Selam, saygı ve dualarımla.
Yakup MUSA
10.06.2014

30 Mayıs 2014 Cuma

Ali Adnan MENDERES., Turgut ÖZAL ve Recep Tayip ERDOĞAN; Mukayeseli muhakeme/YORUMSUZ!...

Menderes, Özal Ve Erdoğan
Ali Ünal; 13.05.2014 / 19:31
Rahmetli Adnan Menderes, rahmetli Turgut Özal ve Recep Tayip Erdoğan, Türkiye'nin son 63 yılına damga vurmuş ve çoklarınca bir arada anılan üç liderdir. 
ADNAN MENDERES 
Menderes, Özal ve Erdoğan içinde Özal ile Erdoğan'ın yolunu açan kişi olarak merhum Menderes önde gelir. İstiklâl madalyası sahibi olan Menderes, milletvekili seçildikten sonra Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirmiş, çiftlik sahibi bir çiftçi olarak halkın içinden gelen bir insandı. Daha çok fakirlik, salgın hastalıklar, yokluklar, karne, jandarma dipçiği, karakol, ağır vergiler, İslâm ile her sahada savaş gibi menfîliklerle anılan ve hatırlanan bir dönemin sonunda, hem de bunlarla anılan bir partinin içinden çıkarak başbakanlığa geldi. Onun iktidarlarında Türkiye yılda ortalama % 9 nispetinde büyümüş, 1948 yılında tüm Türkiye'de 1800 civarında olan traktör sayısı, 1957 yılına gelindiğinde 44.000'i aşmış, 1950 yılında yaklaşık 1000 olan biçerdöver sayısı, 1957 yılında 6000'e ulaşmıştır. Menderes iktidarları, sanayileşmede önceliği özel sektöre vermekle birlikte, devlete ait ekonomik teşebbüsler kurmak ve yeni fabrikalar açmaktan da geri durmamıştır. AKP iktidarının sata sata bitiremediği pek çok kamu iktisadi kurumu, meselâ, Makine Kimya Endüstrisi Kurumu, Et ve Balık Kurumu, Devlet Malzeme Ofisi, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları ve Ereğli Demir Çelik Fabrikaları bu dönemde açılmıştır. Yine bu dönemde, 1950 yılında 1640 km. olan asfalt yollar, 1959 yılına gelindiğinde 7000 km.yi geçmiştir. İstanbul'da o dönemde şehircilik, şehir planlamacılığı, şehrin geleceği ve trafik meselesi adına büyük bir öngörüyle yapıldığı ortada olan Vatan Caddesi, Büyükdere Caddesi, Barbaros Bulvarı, Millet Caddesi ve Edirne Asfaltı (E-5 otoyolu) yine Menderes'in eserleri olduğu gibi, Türkiye'nin halâ en gözde üniversiteleri olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ), İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) de, yine Menderes dönemi eserlerindendir. Fakat bu yazımızın konusu, esasen söz konusu üç lider zamanında gerçekleştirilen ekonomik gelişme değil, bundan daha önemli olan onların insanî yanlarıdır.
Menderes, bütünüyle halkın hizmetindeydi 
Tek parti iktidarları, seçkinlerin iktidarlarıydı. Menderes için ise halk her şeydi. Hasan Celal Güzel, "Menderes döneminde gerçek bir 'halk ihtilâli' yapılmış ve jakoben oligarşinin hakimiyeti sarsılmıştır. O, 'köylüyü efendimiz' yapmış, yani halkı egemenlerin zorbalığından kurtarmıştır." değerlendirmesinde bulunur. (Sabah, 17.09.2011)
Menderes, yetim ve öksüz olarak büyüdü. Babasını tanımadı; çocuk yaşta annesini, çok geçmeden ablasını da kaybetmişti. O, kendini tanıtırken, "Ben yalnızdım kardeşim, hayat boyunca hep yalnızdım. Yapayalnız ve kimsesiz." diyecektir. (M. Ünal, Aksiyon, 23.03.1996) Menderes'in yalnızlığı sadece annesiz, babasız, ablasız, hâmisiz büyümesinden değildi. O, dönemin şartları ve çevresi bakımından da yalnızdı.
Menderes zamanında ezan ve ikamet Arapça aslına çevrilmiş, din dersleri ilkokul programlarına girmiş, İmam-Hatip okulları ve İlâhiyat fakülteleri açılmaya, devlet radyosunda Kur'ân ve mevlit gibi dinî programlara yer verilmeye başlanmış, 15.000 cami inşa edilmiş, başta Süleymaniye Camii olmak üzere 86 cami onarılmış, Eyüp Sultan Türbesi tamir edilip ziyarete açılmıştı. Menderes, 1956'da Risale-i Nurlar'ın basılması iznini de çıkarmıştı. O, niçin darbeye maruz kaldığını şöyle anlatmıştı: "Ben Müslüman'ım ve Müslümanlığımdan şeref duyuyorum. Türk Milleti Müslüman'dır ve Müslüman kalacaktır. İslâmiyet'in bütün icapları vatandaşlarımız tarafından tam bir serbestliğin içerisinde icra olunacaktır." Bir de şu sözü vardı:"İnkılâp kanunları halk tarafından benimsenmemişse, jandarma zoruna dayanacaksa, millî vicdanın hilafına olan bu kanunları kaldırmak, demokratik idarenin başta gelen vazifesi olmak icap eder." (Halit Durucan, "27 Mayıs İhtilali ve Adnan Menderes", 24.10.2011).
Samimî Menderes 
Menderes, kendi döneminde Başbakanlık Örtülü Ödeneği'nden en fazla merhum Necip Fazıl Kısakürek'e Büyük Doğu'yu çıkarabilmesi için yardım etmiştir. Ama o, bilhassa günümüz siyasîleri gibi bunu kendi propagandası için yapmaz, Necip Fazıl'a parayı verirken "Arada benim aleyhimde de yayın yap ki, sana yardımım anlaşılmasın!" derdi.
Menderes'in isteği ile 1952'de çıkarılan bir kanunla Osmanlı Hanedanı'na mensup kadınların sürgün hayatı sona erer. Sultan Abdülhamid Han'ın hanımı Müşfika Hatun Sultan ile kızı Ayşe Sultan Osmanoğlu, Boğaz'da kiraladıkları bir daireye yerleşirler. Bir gün zilleri çalınır; kapıda Menderes durmaktadır. "Valide Hanım'ın elini öpüp duasını almaya ve bir ihtiyaçları olup olmadığını sormaya geldim" der. Sonra özel telefonunu bırakıp ayrılır. 1959'da Londra'da geçirip, Allah'ın yardımıyla kurtulduğu uçak kazasından sonra kendisine sorulan "Beyefendi, uçak düşerken ne düşündünüz?" sorusuna şu cevabı verecektir: "Ben ölürsem, acaba Berrin hanım (eşi), Abdülhamid Han'ın yadigârlarının ev kirasını ve harçlıklarını ödemeye devam eder mi diye düşündüm." Menderes'in idamından sonra malî darlığa düşen Berrin hanım, bir defasında, bu ödeme için çok kıymetli nişan yüzüğünü satmış ve ödemeyi aksatmamıştır. (Rahim Er, "Tarih ve Medeniyet Dergisi", Nisan 1994).
Menderes, yolsuzluğa bulaşmadı ve bulaştırmadı. 
Orhan Karaveli, Bir Gazetecinin Sıradışı Anıları adlı kitabında Menderes'in 1959 ABD seyahatinde geçen şu hadiseyi nakleder:
Marcus & Niemann dev mağazalar zincirinin sahiplerinden Mr. Marcus, Menderes ve heyettekileri bir moda defilesine davet eder. Nezaketsizlik olmasın diye bu daveti kabul eden Menderes ve heyet davetten ayrılmak üzereyken, gümüş tepsilerde ve şeffaf kutular içine değerli kol düğmeleri, kravat iğneleri, kravatlar, mendil ve fularlardan oluşan hediyeler heyetin önüne bırakılmıştı. Heyetteki bir milletvekili elini kutulardan birine tam uzatmışken Menderes men eder ve kimse o hediyelerden almaz. Daha sonra Menderes, bunun sebebini şöyle açıklar: "Ellerimizde bedavadan edinilmiş birer kutu ile buradan çıkmak bize yakışır mıydı? Unutmayın, her pahalı hediyenin arkasında bir maksat yatar ve karşılığı beklenir." AKP iktidarlarında gittikleri ülkelerden uçaklarla hediye taşıyan, ağaçtan tek parça mobilyalar taşıyan "has Müslüman!" devletlilerin kulakları çınlasın!
Asîl ve tam beyefendi Menderes 
Menderes tam bir beyefendiydi de. Ağzından kem söz çıkmazdı; İnönü'nün dehşetengiz muhalefetine rağmen hakaret bilmezdi; yaz günü dahi ceketinin önünü iliklerdi. Son derece kibardı. Aydın'dan, onu yakından tanıyan Ali Gemici, Menderes'i anlatırken şöyle der:
"Menderes, kötülük bilmeyen, temiz ve sıcak kalpli bir insandı. Memleketine hizmet verebilmek için de canını feda etti. Merhum Başbakanımız, eşsiz bir devlet adamıydı. Mütevazı kişiliğiyle herkesin gönlünü kazanan Menderes'in, hayatı boyunca tek arzusu vatandaşlarının mutluluğunu görmekti. Başbakanlık yaptığı dönemlerde önce köyümüze gelip bizlerle konuşur, ardında da çiftliğine giderdi. Bu da bizi hoşnut ederdi. Çiftliğine her geldiğinde köy meydanında bizleri çevresine toplar, arazi sahibi olmayan kişileri aramızda belirlememizi isterdi. Daha sonra da arazisi olmayanlara arazilerinin bir bölümünü ürün karşılığında uzun yıllar ödemek şartıyla kendilerine verir ve arazi sahibi olmalarını sağlardı. Bundan en çok sevinen yine kendisi olurdu. Bu da bizim kendisine olan sevgi bağımızın daha çok kuvvetlenmesini sağlardı. (http://www.yeniasir.com.tr/Politika/2011/05/15)
Vefatından sonra Menderes 
Merhum Necip Fazıl Kısakürek, Benim Gözümde Menderes kitabının sonunda bir rüya nakleder: "Bana, temiz bir mü'minin anlattığına göre, asıldığı günün gecesi, saf ve dünyadan geçmiş bir İslâm kadını, rüyada Allah'ın Resûlü'nü görmüş... Kâinatın Efendisi, kadına sol elini uzatmış.. Kadın, acaba niçin Âlemin Fahri bana sağ elini uzatmadı diye düşünürken cevap gelmiş: 'Sağ elimde Adnan var!..'"
TURGUT ÖZAL 
Yine bir Anadolu çocuğu olan Turgut Özal, vefatında milyonlarca insan tarafından uğurlandı ve halkımız onu şu pankartlarla uğurladı: "Dindar Cumhurbaşkanı, Sivil Cumhurbaşkanı, Demokrat Cumhurbaşkanı."
Özal, rahmetli Menderes'ten sonra, samimî dindarlığı, ilk sivil Cumhurbaşkanlığı olarak bu makamı sivillere geçirmekle ve demokratlığı, özgürlükçülüğü ve bütün kesimleri birleştirme hamlesiyle halkın gönlünde taht kurmuş ikinci liderdi. Cumhurbaşkanlığı görevine geldiğinde, TBMM'de yaptığı teşekkür konuşmasında, "21. Yüzyıla doğru giderken, üç büyük, üç temel hürriyeti geliştirmenin, sımsıkı korumanın uygar dünyanın önde gelen devletlerinden biri olmamızın vazgeçilmez şartı olduğunu görmeliyiz. Bunlar, düşünce hürriyeti, evrensel anlamda din ve vicdan hürriyeti ve teşebbüs hürriyetidir" demişti. Hakkında merhume annesinin "Turgut'umun bir vakit namazı bile kazaya kalmamıştır." sözü medyada yer almıştı.
Özal da, Menderes gibi zor bir dönemde iktidara geldi. 1970'li yıllar Türkiye için bütün olumsuz faktörlerin yaşandığı yıllardı. 12 Mart Muhtırası, 1973 ve 79'daki petrol krizleri, anarşi ve terör, ekonomik bunalım, yokluklar, kuyruklar, haksız kazançlar, bu dönemin özellikleriydi. Özal, bütün bunların ve 12 Eylül darbesinin üzerine geldi. Çok kısa bir zamanda eğitimde, ekonomide, anlayışta, yaklaşımda, Türkiye'yi dışa açmada büyük inkılâplar gerçekleştirdi. Türkiye, kalkınmada, müspet değişimde, dindarlaşmada, ferdî özgürlüklerde en güzel yıllarını Özal döneminde yaşadı. Refah Partisi ve dolayısıyla AKP'nin önünü açan Özal'ın icraatları ve politikaları oldu. Fakat o, bunların yanı sıra, bunlardan çokinsanî yanlarıyla insanların gönlüne yerleşti. MSP/RP‒AKP çizgisinin unuttuğu bir gerçek olarak, MSP, 1970'lerde koalisyon hükümetlerinde Millî Eğitim Bakanlığı'nda Din Eğitimi Müdürlüğü'nü bile alamadıve İmam-Hatip okullarında etkili olamadı. Ancak, 1983'te kurulan ilk Özal hükümetinde, Cumhuriyet tarihimizin en çalışkan Millî Eğitim bakanlarından Vehbi Dinçerler'in Millî Eğitim Bakanlığı dönenimde Din Eğitimi Müdürlüğü MSP kökenlilere bırakıldı ve İmam-Hatipler, Özal iktidarlarında RP adına "altın dönemi"ni yaşadı. Eğer RP, 1995'te iktidarın birinci ortağı ve rahmetli Erbakan başbakan olabilmişse, bunu bir ölçüde Dinçerler'e ve onun eğitim hizmetlerine borçludur. Fakat Özal, hizmetlerinden çok insanî yanlarıyla insanların gönlüne yerleşti.
Gerçek bir insan Özal 
Özal, asık suratlı ve mesafeli değil, her zaman sokakta, halkın içinde ve güler yüzlüydü. Tevazu ve hoşgörü sahibiydi. Yüzü topluma dönüktü ve halkın içindendi. Hem düşünce, hem aksiyon, hem gönül insanıydı. Ülke meselelerinde ciddî bir sorumluluk zihniyetiyle hareket ederdi. Sağduyulu, kararlı ve basiretliydi. İnançlara saygılı, ferdi esas alan devlet anlayışını, hoşgörü, dayanışma gibi temel değerleri her şeyin üstünde tutardı. Özal hakkında Cengiz Çandar, şu değerlendirmeyi yapıyordu: "Turgut Özal, çok keyif verici bir insandı. Çünkü özellikle insandı. Nitekim onu, taşıdığı sıfat veya sıfatları taşıyan benzerlerinden ayıran en temel özelliklerinden biri de buydu. Özal, benim onu en sevdiğim yönü ile bir inanç adamı idi... Bir dervişin gönlüne ve ruhuna sahipti... O, Balkan seferinde Ohri'de Hayati Baba Tekkesi'nde yere bağdaş kurmuş otururken yüzüne yayılmış nurani mutluluk ve huzur ifadesini ömrüm boyunca unutmayacağım... O, bir derviş, ama aynı zamanda bir kılavuzdu."
Özal, toplumun manevi değerlerine içten bağlıydı ama asla istismara yönelmedi. Göstermelik değil, Türkiye'yi dönüştüren yapısal reformlara imza attı. Cumhurbaşkanı olunca topluma kapalı olan Çankaya'nın kapılarını ardına kadar açtı, devletin soğuk yüzünü sempatik hareketleriyle sevimli hale dönüştürmeyi başardı. Önemli meselelerde halkın içindeki kanaat önderleriyle ‒ meselâ, Mehmet Kırkıncı ve Osman Demirci hocalar gibi ‒ istişare ederdi. Ciddî ve büyük işler yapıyor olması, güler yüzünü, neşeli ve şakacı tavrını kaybetmesine sebep olmadı. Halka yakındı ve yeri geldiğinde bir baba, ağabey ya da amca gibi davranırdı.  Emir vermek değil, hizmet etmek kaygısı içindeydi. Toplumda hiç kimseye, hiçbir kesime karşı tavır almazdı. Düşmanlığı yoktu. (Adem Özbay, www.gencgelisim.com)
Özal ve Hizmet hareketi 
Özal, Türkiye'nin başında Demokles'in kılıcı gibi sallanan 141, 142 ve 163'üncü maddeleri kaldırdı. Yolsuzluğa bulaşan devlet bakanı İsmail Özdağlar'ı Yüce Divan'a göndermekten çekinmedi. Fethullah Gülen Hocaefendi, 1986 yılında Burdur'da tutuklandığında gece yarısı Bakanlar Kurulu'nu toplayıp, Hocaefendi'yi serbest bıraktırdı. Hizmet Hareketi'ne candan dosttu ve gittiği her yerde destekledi. Vefatından önce sırf yurt dışındaki Türk okulları için, bunlara referans olmak için Orta Asya seyahati yaptı. Bu okulların ve hizmet hareketinin Türkiye'nin geleceğinde birinci derecede gördüğü önemine içten inanmıştı. Hakk'a yürümesi ve vefatından sonra Manisa'da mübarek bir kadın, rüyasında yine Peygamber Efendimiz'i (s.a.s.) görür ve Efendimiz kendisine, "Özal'ı siz nasıl uğurladıysanız biz de öyle karşıladık." buyurur.
RECEP TAYYİP ERDOĞAN 

Erdoğan'ın iktidara giden yolunun taşlarını Menderes ve Özal zaten döşemişti. Erdoğan, aynı yolda Menderes ve Özal tavrı içinde iktidara geldi. Halkın içinden ve onların hissiyatını yanında bulan biri olarak ilk iki iktidar döneminde bir takım icraatlara imza attı.
Manevî-ahlâkî erozyon 
Fakat Erdoğan hükümetleri döneminde ahlâkî erozyon, manevî aşınma, dinî hassasiyetli kesimlerde dünyevîleşme, eğitimin çökmesi, zinanın suç olmaktan çıkması, fuhuş, kumar, resmî kumar ve alkol gibi büyük günahlarda dehşetli artış yaşandı. Eğitim çöktü ve lise gençliğinin % 90'ı sigara, alkol ve uyuşturucunun pençesine düştü. Millî piyango gibi millî kumarlara iddaa gibi kumarlar eklendi. Resmî, izinli fuhuş yedi kattan fazla artış gösterdi. Erdoğan iktidarı, camilerin ve eğitim kurumlarının ancak 200 metre mesafesine cafeler açılabilirken, bu mesafeyi 100 metreye düşürdü. Bazıları, benim bunları yeni yazdığımı zannediyor; oysa son 12 yılda yaşanan manevî‒ahlâkî aşınmayı defalarca yazdım; hattâ yazdıklarımdan dolayı bazı arkadaşlar fakiri karamsar olmakla eleştiriyorlardı.
Bilhassa "ustalık" döneminde Erdoğan
Erdoğan, bilhassa üçüncü döneminde tanınmaz hale geldi. 2005'ten itibaren Oslo'da PKK ile pazarlığa oturduğu ve PKK'nın varlık sebebi olan bütün isteklerinin kabul edildiği anlaşılan görüşme ve mutabakatlarda ve 2004'te Millî Güvenlik Kurulu'nda Hizmet hareketini bitirme sözü verdiği ortaya çıktı. Bunun için önce MİT mensubu çıkan KCK'lılar sebebiyle MİT müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılmasını bahane ederek kendince Hizmet hareketine karşı ilk darbeyi başlattı. Asker karşısında 2008 yılına kadar Yüksek Askerî Şura toplantılarında ordudan ilişiği kesilen subaylar için Cumhurbaşkanı Gül'le birlikte şerh düşme dışında hiçbir şey yapamaz ve asker karşısında hakaretlere maruz kalırlarken, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla askerî vesayeti kıran ve bizzat kendisini kurtaran yargıyı ve Emniyet'i Hizmet hareketiyle ilişkilendirerek darmadağın etti. Kendi çıkarttığı şike kanununu 5 ay içinde değiştirdi. Bu arada aile boyu, yakın arkadaşları ve pek çok AKP'li belediye ile belki tarihin en büyük yolsuzluk, rüşvet, irtikap, ihtilâs ve zimmet suçları işlediğine dair çok kuvvetli emarelerin ortaya çıkmasıyla bunları soruşturan yargıyı ve nice yılların birikimiyle suçlarla ve suçlularla mücadelede fevkalâde noktaya gelen Emniyet'i hallaç pamuğu gibi attı. Bir zamanlar savcısı olduğunu söylediği Ergenekon davası suçlularıyla birlikte yargılanan KCK yapılanması zanlılarını serbest bıraktırdı.
Erdoğan, PKK ile masaya oturur, 30 yıllık mücadeleyi sanki hiç yapılmamışçasına terör örgütünün bütün isteklerine boyun eğer ve Güneydoğu'da terör örgütü için bağımsız Kürdistan'a gidecek özerkliğin taşlarını döşerken, söz konusu Yargı ve Emniyet mensuplarını yine Hizmet hareketiyle ilişkilendirerek, bu hareket ve Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında hiçbir vicdanın, insafın ve selim aklın kabul edemeyeceği iftiralara, suçlamalara ve nitelemelere yeltendi ve bütün bunları artan bir yoğunlukla sürdürüyor. Gezi olayında olduğu gibi, yine konuşmalarındaki ve tavırlarındaki alabildiğine iticilik, öfkeden gerilen yüzü, dinmeyen öfkesi, dozu sürekli yükselen nefret söylemi, yakınlarınca zaten ifade edilen ve tapelere yansıyan küfürbaz üslûbuyla insanları ürkütüyor. Toplumu keskin bir kutuplaşmanın içine atarak kemikleşmiş bir taraftar kitlesi oluşturmaya çalışıyor. Bütün dünyaya yayılmış ve öncelikle Türkiye'nin, sonra İslâm'ın ve insanlığın geleceği adına çok önemli olan ve devlete en küçük bir yük getirmeyen Türk okullarını kapatma girişimlerine hız kesmeden devam ediyor.
Erdoğan, dershaneleri ve Güneydoğu'da 700 binin üzerine öğrenciye karşılıksız kurs veren ve terörün önünde büyük bir set oluşturan etüt merkezlerini kapatmakla hem PKK'nın ekmeğine yağ sürdü, hem de Anadolu'nun fakir çocuklarının eğitim imkânına ve eğitim eşitliği fırsatına en büyük darbeyi vurdu. Yürütme ve Yasama kendisine bağlı olduğu gibi, Yargı'yı da âdeta kendisine bağladı. Pervasızca Anayasa'ya aykırı pek çok uygulamalara girişti. Partisini, bizzat kendisiyle beraber çalışmış bazı eski bakanların ve milletvekillerinin de söylediği üzere, birkaç kişilik dar bir oligarşik kadro ile yönetiyor. Bakanların ve milletvekillerinin âdeta hiçbir ağırlığı olmadığı beyan ediliyor. Çıkardığı interneti kontrol, HSYK, Youtube ve Twitter'ı kapatma gibi kanunlarla özgürlüklere dehşetli darbeler indirdi. Yeşile ve maviye tam bir düşman kesildi. Onun zamanında İstanbul başta olmak üzere büyük şehirler yaşanmaz hale geldi; şehirler şehir olmaktan çıktı; birer betonarme bina yığınları haline geldi. Büyük rant getiren inşaat ile yeşil alanlar talan edildi. Trafik, çekilmez bir çile halini aldı. Köyden kente göç alabildiğine hızlandı; Anadolu âdeta boşaldı.
Erdoğan, ihale kanununu sürekli değiştirerek, bir öncekine göre kanun dışı ihaleleri tabiî süreçler haline getirdiği gibi, medyayı dayanılmaz baskılarla sindirdi ve kendine ait yandaş medya oluşturdu. Kendisiyle birlikte bu medya, haysiyetsizce belki de dünya tarihinde en kısa zamanda en çok yalan söyleme, iftira atma rekorları kırmaya devam ediyor. Erdoğan, hakkında söylenen ve her biri şirk ifade eden sözler karşısında, ayrıca Kur'ân ile, haşa Allah ile alay eden bakanlarına karşı sükût durdu. Zamanında ekonomi iyi gibi görünse de, esasen ekonominin iyi gibi görüntüsü, sıkı malî politikalarla küçük esnaf, memur, işçi ve emekli gibi dar gelirlilerinin gelirlerini ve maaşlarını sürekli kontrol altında tutma, önceki dönemlerde yapılan kamu kuruluşlarının özelleştirilmesinden ve bazı Arap ülkelerinden gelen sıcak para ve büyük çoğunluğu yabancıların elinde olan borsada ve bankalarda yabancıların yüksek faiz hadleri sebebiyle halâ tatlı paralar kazanmaya devam etmesi sebebiyledir. Yoksa ekonomide yapılan ve temel hiçbir değişiklik, hiçbir ciddî yatırım olmamıştır. Yapılanların çok büyük kısmı, sadece inşaattır ve inşaata dayanmaktadır. Gayr-ı safi millî hasıla 3-4 kat artmış görünse de, bu artış ancak holdinglerin, büyük şirketlerin kazançlarındaki artıştır ve küçük esnaf, memur, işçi, köyle ve emekliden oluşan dar gelirlilere yansımamıştır. Dolayısıyla, Erdoğan hükümetleri zamanında gelir dağılımı uçurumu büyüdükçe büyümüştür. Tarım ve hayvancılık gerilemiş, et fiyatları fırlamış, ülke kurbanlık koyun ithal eder hale gelmiştir.
Erdoğan zamanında Türkiye, dış politikada önceleri parlak gibi görünen bir manzara arzetse de, en zelil dönemini yaşıyor. Ülkenin değil dünyada, bölgede dahi tesiri kalmadı. Mısır ve Suriye tamamen kaybedildi. Bakanlar, Kuzey Irak'a bile İran'ın Irak merkezî yönetiminden sağladığı izinlerle gidebilir hale geldi. Zahiren kavgalı gibi olunsa da, İsrail'le ilişkiler alttan alta altın dönemini yaşıyor. Bizzat Başbakan'ın oğlu, gemileriyle İsrail'le ticarete devam etti. Türk büyükelçisi geri çekilmiş de olsa, unutulmamalıdır ki, resmî olarak Türkiye‒İsrail ilişkileri 12 Eylül darbesinden sonra en alt seviyeye inmişti ve Türkiye, İsrail'de maslahatgüzar seviyesinde temsil ediliyordu. Oysa, İsrail'in askerlerle ve Türkiye'deki darbelerle ilişkileri hiç aleyhine olmamıştır.
Kısaca, Erdoğan, Allah'ın nasip ettiği büyük imkânlara rağmen Menderes ve Özal gibi olamadı; ileride de nasıl ve kimlerle anılacağını zaman gösterecektir.
***
YORUM; ELEŞTİRİ VE KATKI:
Bir de kendini aziz   Menderes'imize benzeten ve yakın siyasi tarihimizi bilmeyen cahillerin, ısrarla benzettiği kişiye bakın... Başbakanlık koltuğunda otururken geçinemiyoruz diyerek, oğlunun ticaret yapmaya hakkı olduğunu söyleyen, ve sözde Cumhurbaşkanı adayı olmaya hazırlanan şahsiyete iyi bakın.. Yakışıyor mu? 
Kendisine, Menderes'in intikamını alıyor, cesur adam diyen "Yetmez ama  "EVET" çilere selammmmmmmm,,
Hayrını görsünler...
SAygılarımla, 
DP . İstanbul . // . Yusuf Dülger

18 Mart 2014 Salı

Yine istismar ve suiistimal!... Misyon taciri bunlar...

Menderes, Özal, Erdoğan ve 17 Aralık
17 Mart 2014 20:16 – Alper TAN, iletisim@kanala.com.tr
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, 27 Nisan, Gezi derken Türkiye’nin darbeler geleneğine yeni bir girişim dahil oldu: 17 Aralık 2013. Yukarda saydığımız tarihler, darbelerle veya darbe teşebbüsleri ile kirletildiği gibi 17 Aralık tarihi de kirletildi.
17 Aralık tarihini milletimiz, “Şeb-i Arus” olarak tanırdı. Yani Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin rabbine kavuşma, “vefat” yıldönümü olarak bilirdi. Şeb-i Arus’un Türkçesi “Düğün Gecesi” anlamına geliyor. Yani Mevlana’nın ölümü, Rabbine kavuşacağından dolayı aslında onun “düğünü” gibi anılmaktadır. Yani 17 Aralık hem “ölümü” hem de “düğünü” anlatıyor.
Adnan Menderes milletin kalbinde nasıl bir yer tutuyor? İdamının üzerinden 64 yıl geçmiş olmasına rağmen Menderes sevgisi ilk günkü gibi milletin kalbindeki tazeliğini koruyor. Onun idamına o zaman çanak tutmuş olan CHP, bugün Menderes’ten özür dilercesine mahcup bir söylem içinde. Hatta Menderes’i şimdiki CHP’liler de savunuyorlar.
Menderes ne yapmıştı? İlk iş olarak ezanın aslına çevrilmesini sağlamış “Tanrı uludur” komedisine son vermişti. Ülkenin maddi-manevi kalkınmasını sağlamış, Türkiye tarım ülkesinden sanayi ülkesine dönüşmeye başlamış, tarımda ise hızlı bir makineleşme başlamıştı. Geniş yollar açılmaya başlamış, şehirleşme hızlanmıştı. Millet umuda refaha ve feraha kavuşmaya başlamıştı. Belki en nemlisi Menderes 1944’den itibaren ülkemizi kontrol altında tutan ABD vesayet düzenine isyan etmiş ve bu vesayet düzenine boyun eğmeyen bir siyaset takip etmeye başlamıştı.
Peki Menderes’e ne yaptılar? 6-7 Eylül 1955 olayları ile dönemin Derin Devleti, azınlıklara karşı sosyal kargaşa çıkarılmasını sağlamış, ülkeyi istikrarsızlaştırmak istemişti. 17 Şubat 1959 tarihinde “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni kuracak Londra Antlaşması için İngiltere'ye doğru giderken Menderes'i taşıyan uçak düşürüldü. Ama Menderes, düşen uçaktan mucizevi şekilde sağ çıkmıştı. Hesaplar tutmamıştı. Bu defa üniversiteler provoke edilmiş Menderes’in TSK’yı ve üniversiteleri yok etmeye çalıştığına dair envai çeşit şayialar çıkarılmıştı. Menderes ve bakanlarıyla alakalı rüşvet ve yolsuzluk dedikoduları çıkarılmış, milyonlarca liralık rüşvet iddiaları havalarda uçuşmuştu. Tüm bu sürçlerde CHP ve basın başrolde oynuyordu. Arşivlerdeki gazete manşetlerine bakarsanız Menderes ve hükümet üyelerinin rüşvet ve yolsuzluklarına dair her gün çarşaf çarşaf manşetler görürsünüz.
Üst üste konulan sandıklarla, seçimlerle mağlup edilemeyen Demokrat Parti, bütün bu üretilmiş dedikodularla yıpratılmış, basının desteği ile TSK içinden bir cunta 27 Mayıs 1960’ta askeri bir darbe ile Menderes’i devirmiş ve ardından da düzmece bir mahkeme kararıyla idam edilmişti. Menderes’i idam edenler rezil bir akıbetten kurtulamadılar. CHP onun idamından bu güne tek başına iktidar olamadı. Bu millet bu CHP’ye hiç güvenmedi. Onu idama götüren medya ise millet tarafından lanetlendi. Onu idam edenler, onun idamına destek verenler, hala korkunç bir utancın içindeler.
1980 darbesinden sonra darbecilerin arzusunun aksine Turgut Özal’ın ANAP’ı iktidara geldi. Özal zamanında da Menderes döneminde olduğu gibi millet bir nebze olsun huzura ve refaha kavuşmaya başlamıştı. Özal’a da envai çeşit yalan ve iftira ile çamur atıldı. Özal da seçimlerde yenilmiyordu. Özal da güdümlü derin vesayetin talimatlarına boyun eğmiyordu. Onun ailesine de her türlü yalan ve iftira atıldı. O süreçlerde yine muhalefet ve iliştirilmiş medya Özal’la savaşıyordu. Özal’ı suikast düzenleyerek öldürmek istediler. Bu şekilde kurtulacaklarını düşündüler. 18 Haziran 1988 günü Anavatan Partisi'nin olağan genel kongresi yapıldığı sırada Kartal Demirağ isimli tetikçi, suikastı gerçekleştirmişti. Özal elinden yaralandı. Menderes gibi Özal’ın da uçağı düşürülmek için planlar yapıldı. Olmadı. Özal cumhurbaşkanı olduktan sonra birkaç defa zehirlenerek sonunda öldürüldü. Özal’a o zaman çamur atanlar bugün çamura batmış vaziyetteler.
Adnan Menderes idam edildi. İdamından sonra onunla ve bakanlarıyla ilgili atılan manşetlerin, üretilen yalanların hiçbirinin -en azından büyük kısmının- doğru olmadığı anlaşıldı. Ama onun idamıyla vesayet düzeni yeniden kök saldı. O vesayet düzeni 1960-1980 arasında sağ-sol çatışmalarını organize etti. Onbinlerce gencimizin hayatı karardı. Siyasetin omurgası kırıldı. Askeri vesayet milletin üzerine çöktü. Sonra da 12 Eylül darbesi indirildi.
Özal’la ilgili iddiaların da ne kadar düzmece ve asılsız olduğu onun ölümünden sonra anlaşıldı. Ve onun ölümüyle vesayet düzeni yeniden güçlendi. Onun öldürüldüğü yıl olan 1993 Türkiye Cumhuriyetinin en karanlık yıllarından biri oldu. Yüzlerce faili meçhul cinayet o sene ve devamında işlendi. Devamında 28 Şubat karanlığı çöktü.
28 Şubat’tan sonra millet umudunu Ak Parti iktidarına bağlamıştı. Menderes ve Özal örneğinde olduğu gibi 12 yıllık Tayyip Erdoğan iktidarında millet huzura ve refaha kavuşmaya başladı. Milletimiz umutlu bir gelecek planı yapmaya başladı.
Şimdi Menderes ve Özal dönemlerinde olduğu gibi tıpatıp benzer yol ve yöntemlerle Tayyip Erdoğan da ortadan kaldırılmak, en azından iktidardan uzaklaştırılmak isteniyor. 3 aydır sürmekte olan güdümlü paralel saldırılar nedeniyle 17 Aralık tarihi, yeni bir anlam kazandı. Türkiye’nin lanetle anılan darbeler tarihine bir sayfa daha eklendi. Son 12 yılda püskürtülen bir hayli darbe teşebbüsünde olduğu gibi 17 Aralık darbe teşebbüsü de püskürtüldü. 27 Nisan, Ergenekon, Balyoz, kapatma davası ve Gezi teşebbüsünde olduğu gibi bu noktada Yeni Türkiye önemli bir badireyi daha başarıyla atlattı.
Çünkü bu defa durum öncekilerden çok çok farklı. Hemen hemen tüm kurumlarıyla vesayetin karşısında olan bir devlet var. Tüm bu oyunların farkında olan bir millet var.
Bu defa başaramayacaklar. Bu defa tutturamayacaklar. 17 Aralık artık “vesayetin ölüm günü” Yeni Türkiye’nin “düğün günü” olarak tarihe geçecektir. Paralel saldırıları planlayan, uygulayan ve alkışlayanlara ısrarla duyurulur.
Alper TAN
17.03.2014